20 Aralık 2009 Pazar

GEÇMİŞİMİZ İLE BARIŞMALIYIZ

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


TERÖR OLAYLARINA OSMANLI BAKIŞI

Saç döküldü kel göründü.
Toplumun önemli bir bölümü için bu böyle..
Geri kalanın bir kısmı terörden nemalanırken bir kısmı bundan yararlanarak nemalanma peşinde…
Yani aslında herkes işin ne olup olmadığının ayırdında.
Bu günkü iktidarın son Osmanlılar olma iddiaları da doğru gibi..
Osmanlıyı taklit ediyorlar…
Ve sonlar…
Bu kez son olacak…Çünkü geleceği demokratik yollardan geçerek yeniden kuracağız…Bu kez bunu başaracağız…
Çünkü Cumhuriyetin temeli bu…Cumhuriyeti kuran kadro , Hukuku saltanatın yerine koyarken tam olarak Demokratik , laik ve sosyal bir Hukuk devleti hedeflemişti.
İşte bu kez bunu demokratik yollardan gerçekleştirmenin öncesindeyiz.
Gelelim Osmanlının Terör üretimine..Anadolu’yu nasıl bir terör yuvasına çevirdiğine..
Hukuku bilmeyen , hukukun üstünlüğünü kabul etmeyen , uygulamayan , ben ne dersem o olur diyen yöneticiler isyan ve terör üretirler.
Anadolu insanı 17.yüzyıldan itibaren işte bu şekilde yönetildi.
Hukuku bilmeyen , hatta benim dediğim hukukun üstündedir diyen insanlar yönetti Osmanlıyı…Koca imparatorluğu yiyip bitiren de işte bu tip insanlardı.
BİR OSMANLI HİKAYESİ (1)
17.yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı imparatorluğu batıda Avusturya_Macaristan imparatorluğu ile , doğuda da İran ile savaşmakta ve sürekli kaybetmekteydi.
Şark serdarı Cağalazade Sinan Paşa İran üzerine yürümek için güç toplamaya başlamıştı.Yıl 1603 ..
Osmanlıdan yurtluk almış küçük bir prenslik gibi yaşayan Canbuladoğulları’nın İran’a karşı desteğini almak için Halep valiliğini teklif edince , Canbuladoğlu Hüseyin paşa da bunu kabul eder.
Halep’i teslim almak üzere mütesellim gönderir..Halep valisi Nasuh paşa ise bunun hukuka uygun olmadığını söyler ve yurtluk alanın valilik alamayacağını belirterek karşı çıkar.
Hüseyin paşa Serdar Sinan paşaya durumu anlatınca , hukuk nedir bilmeyen Sinan paşa “teslim etmiyorsa çek askerini sür üzerine “ der.
Canbuladoğlu Hüseyin de öyle yapar.
2000 silahlı askerine bedevi Arapları da katarak , ordusunu Halep kapısına yığar…Vali Nasuh paşa , bu büyük orduyu görünce ,”cenge gerek yok İstanbul’dan gelecek fermanı bekleyelim .”der.
İyi de İş bilmez Serdar Sinan paşa ordusunu almış İran üzerine yürümüş ve kendisine katılacak olan Canbuladın ordusu ile savaşı kazanacağını düşünmektedir.
Canbuladoğlu Hüseyin Halep te İstanbul’dan gelecek fermanı beklemekte , Sinan paşa İran kapısında Canbuladoğullarını…
Sonunda İstanbul’dan beklenen ferman gelir.Nasuh paşa valiliği Canbuladoğluna devreder.Hüseyin Paşa kardeşinin oğlu Ali paşa’yı Vali vekili yapar ve Serdar Sinan paşanın ordusuna katılmak üzere yola çıkar…
Geç kalmıştır..Sinan paşa bozguna uğramış ve Van dolaylarına doğru geri çekilmiştir.
Hüseyin paşa Serdarı Van’da bulur ama Sinan paşa yenilgisinin acısını ondan çıkarır.
İstanbulun veziri Şark serdarı Sinan paşa gazap ateşi kesilir ve “bozulmamıza senin gecikmen sebep oldu !kaldırın şu mel’unu ..Cellad!! “ diye bağırır.
Anlatım Vak’anuvis Naima’nındır.
Bu cinayeti haber alan Oğul Canbuladoğlu Ali , Halep’te isyan eder.
Buyurun size bir Anadolu isyanı.

CANBULADOĞLU ALİ BEY
Halep bir zengin vilayet..Gencecik bir adam ..Vali vekili olup da bu zenginliğin içine düşerse elde ettiği bu zenginliği kolaylıkla bırakmak istemez elbet.Üstüne de amcasının öldürülmesini ekleyin…
Canbuladoğlu Ali , derhal asker yazmaya başladı ve kısa sürede 25-30 bin adamı etrafında topladı.
İstanbul , başına yeni bir dert çıkarmak istemiyordu ve amcası’nın öldürülmesi ile boşalan Halep valiliğine Ali bey’i atadı.
Ayağa düşmüş Osmanlı sözüne güvenemeyen Ali bey , isyanda direndi ve Halep’i ailesinin yurtluğuna kattığını açıkladı.
Yani Osmanlı bir vilayetini daha kaybetmiş oluyordu.
İran ile savaşmak istemiş , Halep valisini hukuka aykırı olarak azletmiş , yenisini keyfi bir kararla öldürmüş , hem savaşı kaybetmiş hem de Halep elden gitmişti.
İşte size Osmanlı tarzı yönetim anlayışı…Kazan-Kazan ilkesinin nasıl bir belaya dönüştüğünün tarihi kanıtı.
Ali bey Osmanlının bütün memurlarını attı ve yerine kendi adamlarını yerleştirdi…
Halep sarayında bir yeni padişah oldu.
Topladığı adamları Yeniçeri ve kapukulu süvarisi olarak ayırdı.Osmanlının ordu sistemini Halep’te kurdu ve Şam Trablus’u üzerine yürüdü.Trablus emiri bu güçlü ordu karşısında direnmedi ve beyliğini para karşılığı Canbuladoğluna sattı.
Canbuladoğlu Ali bey oldumu Ali paşa…
Şam şehrine yürüdü ve şehri talan etti.Ne var ne yoksa aldı ve yurtluğuna taşıdı.
Osmanlı ancak o zaman Halep Valisini azletme kararı alabildi.
Yerine de Yeniçeri ağası Hüseyin paşayı Halep valisi olarak atadı.1606 yılında Hüseyin paşa Adana yakınlarına gelmişken , Canbuladoğullarının küçük bir dağ gücü , baskın yapıp İstanbul ordusunu yener.Ali paşa artık Halep padişahıdır.Adına para bastırır ve 11 kasım 1606 da padişahlığını ilan eder….
Ey okuyucu..Buraya kadar sabırla okuduğun yazının bu kadar olduğunu düşündüysen yanıldın.
Yazı daha yeni başlıyor.
Çünkü “Orduyu hümayun” İstanbul’dan yola çıkmaya hazırlanıyor.
Canbuladoğlu Ali paşa üzerine sefer yapacak…Koca Murad bu seferde insan kasabı olacak…
Avusturya – Macaristan ile “zidvatorok” anlaşmasını imzalayan sadırazam Engülüs Serdarı Koca Murad Paşa 90. yaşını kutlarken aklından geçenler şunlardı.
Batıyı halletmişti..Sırada doğuda ki İran vardı ama öncelikle Anadolu’nun çeşitli yerlerinde sürdürülen isyanları bastırmalı ve ordusunu güçlendirmeliydi.
Bunun için ilk olarak Canbuladoğlunun üzerine yürümeyi uygun buldu…
1607 yılının temmuz ayında orduyu hümayun Üsküdardan yola çıktı..Yanında ünlü Osmanlı tarihçisi Naima efendi de vardı.
Kocamış adam koca Murad , sevgi , şefkat ve merhamet duygularını yitirmiş bu adam , savaştığı yıllarda çamura batan top arabasına kendini koşmuş ve sadece hep savaşmıştı.
Anadolu yollarında her menzilde , her konakta , “celalidir , şakidir , hayduddur ,zorbadır , katildir , hırsızdır , yolsuzdur , uygunsuzdur “ denilen herkesi kesti öldürdü.Naima efendi yalnız Konya ovası için “ eşkıya cüsselerinden kuyular doldurdu “ diye yazar.
Ve bir vaka anlatır.
Karaman Vilayetinin şehri Konya’da Damköylü Mustafa namlı bir zorba varmış..Eşraftan saracoğlu Ahmed ,kelleyi koltuğa almış oturak alemindeyken Damköylüyü basmış ve yakalayıp asmış.
İyi de Damköylüyü öldüren , ondan beter olmuş…Kadı yaptıklarından dolayı suçlu bulunca da Kadıyı da öldürmüş.Peşine adam salan Karaman Valisini de konağı ile birlikte diri diri yakmış.Bu azgın caninin kendi eli ile bin kişiyi öldürdüğü söylenen Koca Murad paşa Konya’ya girişinde kendisini karşılayan Saracoğlu Ahmed’i tutuklatır.
Konya eşrafından birileri şefaat dilenmeye gelirler.Paşa Saracoğluğunu huzuruna alır.
“Ahmed bey ..Ben canbuladoğlunun üzerine giderim ..Konya’nın muhafazasını sana bırakıyorum , fakat imdat lazım gelirse bana ne kadar asker toplayabilirsin?.” Diye sorunca Saracoğlu gafil ;
Şöyle bir seslensem otuz bin kişi toplamak işten değildir sultanım deyince Koca Murad paşa ;
Aferin sana ..dedi..sonra şefaatçilere dönüp , “ şöyle bir seslenince 30 bin kişiyi toplayabileceğini kendi ağzı ile itiraf eden şu herif sağ bırakılır mı?.diyerek oracıkta Ahmed bey’i boğdurdu.Kuyuya attırdı .Konya kuyuları ceset doldu..
Konyadan sonra Toroslara geçen ordu ilk darbeyi Canbulatoğlunun Adana valisi Cemşid yedi.Cemşid kaçarak kendini kaybettirdi.Belki de dağlarda öldü yada öldürüldü ama kendisinden bir daha haber alınamadı.
Osmanlı ordusu ile Canbuladoğlu arasında 1607 yılı 23 Ekim Salı günü Orucovasında kanlı ve büyük bir meydan muharebesi yapıldı…
Canbuladoğlunun 20 bini atlı 40 bin askerine müttefiki çöl emirlerinden Maanoğlu fahreddin de en az yirmi bin askerle katılmıştı.
Osmanlı Ordusu güçlü bir komuta kadrosu ile yönettiği bu savaşı çok kan dökerek kazandı.Naima şöyle özetliyor…”Gün batımına kadar , defterle kayıtlı olarak Serdara 26 bin isyancı kellesi getirildi.20 cellat durmaksızın kelle kesti..cesetleri gömmek imkansızdı.Serdar kuyular kazdırdı ve cesetler kuyulara atılıp üzerleri örtüldü.
İşte bu olaydan sonra O doksanlık vezir KUYUCU MURAD PAŞA diye şöhret buldu.
Çok insan öldürüldü , Anadolu insanı da Osmanlıya hep isyan etti.
O gün orada Koca Murad kimsenin öldürmeye kıyamadığı bir çocuğu boğazını sıkarak öldürüp kuyuya attı ama yeniçeri ağasının celladın elinden kurtardığı bir diğer çocuk , Abaza Mehmed yıllar sonra Erzurum’da ayaklanacak ve Osmanlıya çok daha fazla dertler yaşatacaktı.
Yenilen Çöl emiri çöle kaçtı , Canbuladoğlu Ali Kilis’e…

BİR OSMANLI HİKAYESİ (2)

Kuyucu Murad Paşa Canbuladoğlunun peşine düştü..Kilis uzaktan göründüğünde kendisi de Ordusu da bitkindi.Kilis’e girdiğinde Canbuladoğlu Ali’nin Kilis’i yağmaladığını ve iki üç gün kaldığı Kilis’ten hazine ve erkanı’nı alarak , elinde tuttuğu Halep’e gittiğini öğrendi.Dinlenmesi ve ordusunun ihtiyaçlarını gidermesi gerekiyordu.Yine de Kilis’te çok kalmadı…Canbuladoğlu ile hesabı henüz görülmemişti.

Canbuladoğlu Ali Savaşta yenilmiş perişan olmuş bir kısmı yaralı askerleri ile Halep’e girdiğinde burada çok fazla kalamayacağını anladı.
Halep zenginlerini saraya çağırdı ve onları tehdit ederek servetlerine el koydu. Sonra gece karanlığından yararlanarak ve ordusunun büyük kısmını Halep’te bırakarak kaçtı…
Halepliler gece şehirlerinden kaçan askerlerin üzerine pislik attılar ve hakaretler ettiler.Geride kalan askerleri saklandıkları yerlerde bularak öldürdüler.
Kuyucu Murad Halep’e girerken işte bu cesetler ve kesilmiş kelleler atıldı önüne.Halep sarayına saklanan Canbuladoğlu’nun askerleri ise Kuyucudan aman dilediler.Kuyucu Murad saraydan çıkıp gitmenize izin veriyorum demesine rağmen , çıkan askerlerin tümünü kılıçtan geçirdi.Çok kanlı ve dayanılması çok zor olan bu durum karşısında Rumeli beylerbeyi ve ‘Kanije’ savunmasının güçlü komutanı Tiryaki Hasan paşa daha fazla dayanamayıp emekliye ayrıldı ve İstanbul’a döndü.
Kuyucu , diğer isyankar Kalenderoğlu Mehmed’in üstüne yürümek istiyordu ama kışı Halep’te geçirerek orduyu toparlamanın daha doğru olacağı sonucuna vardı.

Altı ay boyunca Halep’te kalan Kuyucu her gün şuradan buradan getirilen isyancıların başlarını vurdurdu.Naima , “bu nasıl bir iş bu nasıl bir anlayış” diye isyan ediyor…Tarihçi Reşat Ekrem Koçu , yaşananların “ Bu gün güç anlaşılır şeyler .” olduğunu söyleyip bu kanlı olayların sadece kötü yönetim anlayışı ile açıklanabileceğini başka hiçbir nedeni olmadığını söylüyor.
Devşirme Osmanlı sarayı ile Anadolu insanı arasında bir bağ olmamasının açıklayıcı olamayacağını vurgulayarak Osmanlı ordusunu oluşturan askerlerinde Anadolu insanı olduğunu özellikle belirtiyor.
Halep günleri kendisi için çok rahatlatıcı geçen Kuyucu Murad paşa Canbuladoğlunun çöle kaçtığını düşünüyordu.Oysa Canbuladoğlu İstanbul’a doğru yola çıkmış yanında ki erkanı ile Padişaha sığınma kararı almıştı.Padişah 1. Ahmed çocuk denecek yaştaydı ve Kuyucu Murad Halep’teydi.
I.Ahmed , Canbuladoğlunun yaşlı amcasının şefaat dileğini kabul ederek Canbuladoğlunu bağışladı.Kuyucu Murad paşa Bursa dolaylarında ki kalender Mehmed’in üstüne yürürken Mudanya ‘da amcasından haber bekleyen Canbuladoğlu da Kalenderin eline düşmüştü.Kapatıldığı köy evinin duvarını delerek Kalender Mehmed’in elinden kaçan Canbuladoğlu , Mudanya iskelesinde Padişahın gönderdiği kadırga ile İstanbula’geçmeyi başarır…Bu kanlı ve kabul edilmesi çok zor olaylardan sonra Canbuladoğlu’na Macaristan’da Temeşvar Valiliği verildi.
Olayların hızına yazarak ta okuyarak ta ayak uyduramıyorsunuz ama yakın tarihimiz işte böyle yaşanmış.
Kuyucu Murad Paşa bu durumu öğrendiğinde sesini çıkarmadı ama Temeşvar yeniçerilerini Canbuladoğlu na karşı kışkırttı.
Canbuladoğlu Temeşvardan kaçarak Belgrad’a sığındı.
Bursa üzerine yürüyen ve Kalender Mehmed ayaklanmasını da sonlandıran Kuyucu Murad , Canbuladoğlunun Belgrad’a kaçtığını öğrenince gönderdiği bir emir ile O’nu Belgrad kalesinde boğdurdu.
Kendi yurtluğunda yaşayan Canbuladoğulları işte böyle isyancı olup , İşte böyle yok oldular…
Anadolu’nun yüzyıllar boyu süren kötü yönetim karşısında yaşadıkları bu günümüzün açıklanmasında ve bence en önemlisi bu günkü Osmanlı hayranı insanların içine düştükleri çıkmazı anlamamızda bize yol gösterici olacaktır.
Cumhuriyet yönetimi , vatandaşlık bağı ile bağlı olan insanların ortak yönetim kararları almalarına imkan vermişken , 16. yüzyıl hikayelerinden esinlenerek yazılan bir yığın yalan , ne bu yalanları uyduranları ne de bu yalanlar üzerine gelecek inşa edenleri taşıyabilir.
İnsanları bir arada tutan değerleri yok ederek varılacak yer sadece yokluktur.
Geçmişimiz ile barışmalıyız.Geleceğe güçlü , ortak duygularla ulaşmalıyız.
Bunun için öncelikle tarihimizi bilmeliyiz…

15 Aralık 2009 Salı

KENDİMLE BARIŞIĞIM

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


BARIŞMAK ÜZERİNE



Gökyüzünde gri bulutların olduğu günlerde yaşarım bunu…
Yatağımın sıcağını bırakmak istemem…
Kolay olmaz ayrılmamız…
Yatağım ve sıcağımla barışığım…

Masmavi denizin kıyısında yüzerken gözlerim hep ufuktadır.
Bir türlü yüzemediğim uzaklara bakarak geri dönerim…
Bunun için sırt üstü daha iyi yüzer oldum..
Denizimle , ufuklarımla barışığım…

Yollar beni hep kendine çekti…
Geniş , uzun , dar , kısa , dümdüz , dolambaçlı…
Hiç fark etmedi.
Beni , bildiğim bilmediğim bir yerlere götürecek olması yetti bana..
Yolculuğum ile barışığım…

Doruklarını özledim hep..
Sert , acımasız duruşlarını.
Ulaşılmaz ,yaşanılmaz görünüşünü .
Çıktığım her doruk bir başkasını gösterdi bana.
Çıkılası , yaşanası doruklarını çok sevdim …
Dağlarımla barışım ben..

Elimde ki simite diktiği gözlerini,
Bazen dik bazen düşük kulaklarını ,
İrili ufaklı ve farklı renkleri ile sokak köpeklerini sevdim
Paçama sürtünen kedileri..
Uzaktan bakan ama hemen dost olan kuşları…
Bir kere gördüğüm deniz kaplumbağasını , burunlarından öpülesi Fok balıklarını.
Sevdim…
Hayvanlarımla da barışığım…

Dostlarım da var beni seven..
Çocuklarım da…Saygılı ve öğrenmeye istekli…
Sevmeyenlerim de..
Hepsinden bir şeyler öğrenmeye hazır aklım var..
Hepsini anlamaya hazırım..
Ben Hazırım..Bir diğeri olmak değil birlikte olmak ve var olmak dışında bir şey istemediğim için hazırım…
Ben aslında kendimle barışığım…
Gerisi hikaye…

14 Aralık 2009 Pazartesi

BAŞKANIMIZ RAHATLADI

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN



HOCAMIZ RAHATLADI

Hoca camide olur diyenlere inat , hoca aşağı , hoca yukarı bir garip siyasi tavırsızlık yaşıyoruz…
Oysa Hocamız artık bizim belediye başkanımız.
O artık bir siyasi kimlik…
Siyasetçilerimiz de olması gerekenleri üreteceklerine , olanların peşinden gitmeye çok çabuk alıştılar.
Yapılanlar ile değil de , kimin yaptığı ile ilgilenen bir siyaset anlayışı…
Benden olmayan yaptıysa kötü, Benden olan yaptıysa iyi..…Benden olmayana karşı olan benim yanımda , ben de O’nun yanında olmalıyım gibisine bir kötü siyaset…
Antalya ve Antalya’da yürütülen siyasetten söz ediyorum..
Konu ne olursa olsun , yapılan ya da yapılmayan şeyin ne olduğu hiç önemli değil . Benden olan yaptıysa iyi değilse kötü…
Bu AKP döneminin en belirleyici siyaseti oldu.
İşte bu kötü siyaset yöneticilerin hızla rahatlamalarına yol açıyor.
Tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’da olduğu gibi..
Beni eleştiren benden değildir ve kesinlikle kötüdür…
Nasıl da rahatlatıcı bir ruh hali..
Amerika da yayınlanan “The Economist “dergisinde yayınlanan yazıyı beğenmemiş yazanı getirip ergenekon’a bağlamış.
Olan bitenlerin tamamı kendisine ve partisine karşı kişilerin düzenlediği bir komplo…
Kendisi sütten çıkmış bir ak kaşık.
Gelelim Antalya Büyükşehir Belediye Başkanımızın rahatladığı tespitimize..
Daha bir yıl olmadı..
Kendisi de ekibi de çok rahatladı.
Belediye de her şey bir önce ki dönemin rutinine dönüverdi.
Arada bir sosyal söylem , kreş filan gibi açılışlar…Her şey bir anda eskiden olduğu gibi oluverdi.
Hocamız da ekibi de rahat.Çünkü eleştirenler kendilerinden olmayana kötü diye bakanlar..
Bu durum da eleştiriler asla yerini bulmuyor.
Eleştiriyi yapanın kimliği yapılan eleştiriden daha bir önemsendiği için yaşanan bu rahatlık giderek herkes için rahatsızlığa dönüşecek.
Hatta bu durumun öznesi olan Belediye başkanı için tehlikeli bir sürecin kabulü anlamına geliyor ki…
Orada durmalısınız.
Sizi eleştirenler kadar sizi alkışlayanların da kimliğine bakar olmalısınız.
Çünkü aynı siyasi bozunma orada da var.
Seçilmiş yada atanmış olsun hiç fark etmez , yöneticiler böyle bir rahatlama içine girdilerse kırılma noktasına yaklaştılar demektir.
Başkanı tüm adamları ile birlikte Antalya’da amatör spor yapma ve yaptırma konusunda düşünmeye çağırıyorum..
Yüzüncü yıl tesisleri hakkında yazdığım onca yazıdan hiçbir anlam çıkaramamış olan Başkan ve kadrosunu bu konuda bir yuvarlak masa toplantısı düzenlemeye davet ediyorum..
Kendileri gibi düşünmeyenlerin , hatta bu konuda “ düşünenlerin demek daha doğru “ söyleyeceklerini dinlemeleri Antalya kadar kendileri için de yararlı olabilir.

11 Aralık 2009 Cuma

GÜZEL ANTALYA







KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


ANTALYA’YI ANLAMAK

Bir şeyi , bir yeri , bir kişiyi sevmeye O’nu anlamakla başlamalısınız..
Antalya’yı anlamak dizisi de böyle bir çalışmanın ürünü…
“Antalya’yı seviyorum ama” diye başlayan konuşma ve yazılardan farklı bir şey yapmanın gereği üzerine başladı bu yazı dizisi.
Cemil Cahit Sönmez’in Antalya sevgisi ile sürdürdüğü çalışmaların izinde gelişti.
Bu gün size yeni bir ismi tanıtacağım…
Bize , Antalya’nın yakın tarihinden ve inanılmaz güzelliklerinden fotoğraflar bırakan bir kişi.
Matcheld J. Mellink..
2006 yılında öldüğünde binlerce fotoğraf ile yaşadığı dönemi kendisinden sonra yaşayacak olan insanlara bırakan bir bilim insanı.
1950 -1990 yılları arasında Türkiye , Yunanistan , Kıbrıs , Irak ve İran’da arkeolojik çalışmalar yapan Mellink , yaşadığı ve çalıştığı yerleri görüntülemiş.
1963 yılında Elmalıda erken tunç çağına ait bir mezar kazısında görev almış. Kazı müdürlüğü yaptığı bu çalışma ile ilgili çok sayıda yayınları var.
1972 yılında Türkiye’nin arkeolojik değerlerinin uluslar arası düzeyde çalınıp yağmalanmasına karşı çalışmalar yürütmüş.
Çok heyecan verici bulduğum bu fotoğraflar , öğretmenlik yaptığı son okul olan BYRN MAVR kolejinin kütüphanesine aktarıldı.
35 milimetrelik çekimlerin dijital ortama aktarılmasını sağlayan okul , binlerce fotoğrafın akademik kullanımlar için ücretsiz olacağını belirtmiş web sayfasın da.
Ben gazetecilik görevimi yapıyor ve ilgililere bu değerli kaynağın varlığını ve ulaşabilecekleri internet adresini haber olarak veriyorum..
Eski bir dost gibi seyrettiğim tarihi eserler ve gözlerime inanamadığım bir doğu Likya görüntüsü var ki bu günün belediye başkanlarının görmesini istiyorum.
Onlar istemese bile geleceğe aktarılacak olan bu fotoğraf kendilerinden sonra göreve gelecek olan Belediye başkanları için de ilham kaynağı olacak cinsten.
1962 yılında çekilip “doğu kıyısından Likya “ olarak kayda geçen bu görüntü bu günkü Muratpaşa ilçesi..
Mükemmel görüntünün içinde , Antalya’nın doğru şehircilik ile nasıl bir değer olacakken ,beton yığınına dönüştüğünü görüyorsunuz.
Korumayı başardığımız eserler gibi doğal güzelliklerimizi de koruyarak kullanmayı başarsaydık , (ki ben bunu yapabileceğimize inanıyorum) müthiş bir şehirde yaşamanın ayrıcalığına ek olarak , O nu gelecek kuşaklara başarılı bir şekilde aktarmanın onurunu da yaşayacaktık.
Olmadı…Bunu başaramadık…
Ama Antalya bu ortak başarısızlığımıza karşın hala güzel ve çekici.
Bu gün de aynı hatayı yapıyoruz.
Plansız olan on binlerce dönüm arazinin bozulup parçalanıp betonlaşmasını seyreden Belediye başkanlarımızın bu fotoğraflara bir başka gözle bakmalarını istiyorum.
Üniversitemizi , bilim insanlarımızı ve Antalya’yı seven herkesi bu fotoğraflardan pozitif sonuçlar çıkarmalarını bekliyorum.
Sadece bunu istiyorum…
Fotoğraflar aşağıda ki sitenin 14. sayfasında 270. sırada başlıyor.
Akademik çalışmalar için bağlantı adresi Camilla MacKay (cmackay@brynmawr.edu)
www.brynmawr.edu/library/visualresources/mellink.shtml

10 Aralık 2009 Perşembe

GELECEĞİMİZİ YİTİRİYORUZ

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


SPOR YAPMAYAN ÇOCUKLAR

Yazının ilk cümlesinde Belediye başkanlarının adını yazmazsam ilgilisi okumayacakmış gibi …
Mustafa Akaydın , Hakan Tütüncü , Muhittin Böcek , Süleyman Evcilmen…
İşte yazdım..Umarım okurlar…
Konu gerçekten çok önemli…Geleceğimiz olan çocuklarımız.
Çocuklarımız spor yapma imkanından kopartılıyorlar..
Okul ve spor yurtları anlayışından uzaklaşan eğitim sistemimizde artık spor dersi seçmeli ve yapılmıyor..
Çocuklarımız spor yapmasını da , yarışma ruhlarını da kaybedecekler. Uygulanan eğitim sisteminde çocuklarımız otoriteye biat etmek üzere yeniden şekle sokuluyorlar..
Yani geleceğimiz , bilmeyen , düşünmeyen , mücadele etmeyen çocuklarla biçimlendirilecek…
Bunun farkına varmak ve bir şeyler yapmak şehrimizi yöneten kişilerin sorumluluğu…
Yani Valimizin , yani belediye başkanlarımızın…
Şehirde olan ve olmayan her şeyden birinci derecede sorumlu olan kişiler onlar..
Gazete yazılarını okusalar da galiba eskiden olduğu kadar çok dikkate almıyorlar..
Yani nerede O eski okuyucular demek çok yanlış değil.
Olsun..Canları sağ olsun…
Şehrimizde amatör sporlar için bir şeyler yapan insanlar var.
Uzun bir süre geçti Metin Bulut’un adını yazılarımda görmüyorsunuz.
Nedeni şu…
Ne zaman arasam arazide…
Bir araya gelip konuşmak , yaptıklarını ondan dinlemek istedim..
Vali Alaaddin Yüksel tesislerinde görüştüğümüzde Serik tarafından bir beldeden , otobüs dolusu çocuğu Antalya’ya getirmiş spor yaptırıyordu…
Çayını içerken bir beldenin neredeyse tüm erkek çocuklarının spor yapmasını izlemenin tadını çıkarıyordu.
Pırıl , pırıl bir tesiste öğretmenleri ile birlikte spor yapan çocukların mutluluğu ile mutluydu.
Kepez’i konuştuk…
Kepez de tesis yapmak istiyordu.
Belediye sıcak bakmıştı bu projeye..Güzel bir tesis yapmak istiyordu.
Her zaman ki gibi heyecanlı ve istekliydi.
Bir taraftan konuşuyor bir taraftan çocukları izliyordu.”Şu sarı çocuk var ya .” diyordu.” zehir gibi…”
Dün de bürosunda buluştuk.
Yorgun görünüyordu…Sakalı uzamıştı.
Araziden dönmüştü..Bir bardak sıcak çay içince kendine geldi…
Kepez de bir futbol sahası daha yapmıştı.
“On bir yıldır kimse dönüp bakmadı oraya “dedi. Kepez belediyesinin de desteği ile bir ayda tamamladık. Demir aldık , çevresine tel çektik , zemini yeniledik , çimento… ustalar …Geçen hafta yağmurda bozulan sahalara inat maçlar bu yeni sahada oynandı.
Zemin şimdilik toprak. Mayısta futbol maçları bitince çimlendirilecek. Soyunma odaları , hakem odası , toplantı salonu ve seyirci tribünü ile çok güzel bir tesis olacak adı da “Düden spor tesisi”…
Gözleri yine ışımaya başladı.Telefonu hiç susmuyor.. Ustalara talimatlar verirken ,Gençlik Spor İl Müdürlüğüne faks çekiyordu…Hurda malzemelerden yararlanmak için.
Kızdım tabi …ağzını açıyor futbol , kapatıyor futbol…
Olmaz ki başkan !.dedim ..Olmaz tabi !.dedi…Bütün sporların yapılabileceği tesisleri Antalya ya kazandırmazsak olmaz!…
Düşünsenize spor yapamayan binlerce çocuğumuz varken sıcacık , yazın serin oluyor , makam odalarında oturan Belediye başkanlarımızın da desteği ile neler yapılmaz..
Sadece biraz ilgi , biraz destek gerekiyor…
Ülkemizi ve geleceğini önemsemek..
Galiba en çok ta bu Ülkenin geleceği dediğimiz çocuklarımızı sevmek…

7 Aralık 2009 Pazartesi

SİYASET , SİYASETÇİNİN İŞİ...

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN



DEMOKRASİ YA DA DİKTATÖRLÜK


Televizyon haberlerini izlemiyorum…
Uzun bir süredir gazete de okumuyorum…
Hiçbir siyasi partinin üyesi , sempatizanı ve oy vereni değilim…
İşte bu günkü seçmen profili bu…
Çünkü düzenli , doğru ve yansız bilgiye ulaşması neredeyse imkansız..
Bu günün seçmeni böyle peki yarının seçmeni ne durumda?..

Okullarımız 21. yüzyılın bilimsel bilgilerini değil 15 .yüzyılın hurafeleri ile çocuklarımızı değiştiriyor…
Bilgiyi , bilgiye ulaşmayı ve bilgiyi kullanmayı bilmiyorlar…
Sadaka kömür ile ısınıp…
Kurtlu ama bedava nohut ile karnımızı doyuruyoruz…
Birbirimize saygı duymanın ne demek olduğunu unutalı epey oldu…
Artık kendimiz bile kendimizin umurunda değiliz.
Yarın artık bizim için yok…
Çünkü bizi yönetsinler diye seçtiklerimiz öğleden sonrasını göremiyorlar…
Başbakan , kendisinden sonra en çok oy alan partinin hiçbir üyesi ile görüşmeyi beceremeyecek kadar nefret duyuyor…Konuşmak için Amerika Birleşik Devletleri başkanına gidiyor…
Dağda ki eşkıyayı başka ülkelere gönderin ricasında bulunacak…
Dağda ki eşkıyanın sorumlusunun O olduğunu düşünüyor olmalı…
Delilsiz isnatsız yüzlerce düşünen insan mapusanede gün sayıyor…
Cemaat ve tarikatları soruşturdu diye Cumhuriyet savcısı soruşturma geçiriyor.
Kararları beğenilmeyen yargıçlar dinlenip meslekten atılmaya çalışılıyor…
Siyaset ; Bilimin , hukukun ve adaletin önüne geçti…
İşte bu asla olmaması gereken bir durum…
Yani demokrasilerde kuvvetler bir birinin üstünde yada önünde değil..Yan yana olur.
Herkes , her güç , her kurum yerini ve görevini bilir ve görevini yapar…
Oysa Yürütme kendini her gücün üstünde görmeye başladı.
Kendisini seçen yasamanın da , kendisini denetleyen yargının da üstünde ve onları ezme kabiliyeti ve yetkisi varmış gibi duruyor.
Kabaca durum bu…
Bu günkü durumdan siyaseten sorumlu olanların kendileri ile ilgili Anayasa mahkemesi kararından sonra hukuki sorumlulukları da var artık.
Yani bu gün ülkemizi yönettiklerini düşünüp tomarla maaş alanların siyasi ve hukuki sorumlulukları üstesinden gelemeyecekleri kadar ağırlaştı.
Nedeni siyasi partiler yasası…
Düşüncelerini , üyelerini , liderini , liderinin boyunu , ata binişini , attan inişini, beğenip oy verdiğiniz partinin sürdürdüğü olumsuz uygulamaları görüp , müdahale etme yada “ben sana verdiğim oyumu geri çektim” deme hakkınız yok.
Oysa demokrasilerde “oyunu geri çağırma hakkı” ve “gücü “milletten alınamaz..

Bir kere seçildim ne istersem yaparım diye düşünen insanların da seçilebilir olmaları , demokrasinin en zayıf tarafıdır…Biz bu gün bu durumu yaşıyoruz.
Nedeni siyasi partiler yasası…
Nedeni Seçim yasası…

Siyasetin sorumluluğunu ve maaşını alan kişilerin seçilme nedenlerini unutup bir kişinin dudaklarını okumaya çalışmaları ve olan biteni sessizce izlemeleri tek adam sultasını çağırıyor…
Siyaseten içi boşalmış siyasi partilerin , yetersiz kadroları ile aldıkları cılız yönetim kararları ve bu yönetime karşı zayıf muhalefet demokrasinin dengelerini tamamen bozdu…
İşaret fişekleri fayda etmedi…
Demokratik tepkiler umursanmadı…
Anayasa mahkemesi kararı önemsenmedi .. Danıştay kararları beğenilmedi…
Dördüncü güç…Susturulmak isteniyor…
Çünkü ülke yönetimi ile ilgili kararları ve uygulamaları duyurma görevini yapan gazeteciler de artık birer düşman…
Gazeteci haber verir…
Gazeteci ; gazete manşetlerinde yorum yapıyorsa ,televizyon , televizyon dolaşıp siyasi fikirler üretmeye çalışıyorsa , yani siyasetçilerin yapması gerekenleri gazeteci kimliği ile yapmaya başlamışsa , demokrasi , siyaseten en zayıf günlerini yaşıyor demektir…
Demokrasi ; demokratik haklarla donanmış hukuku olan toplumların , bilgili olmaları ve bilgilerini değerlendirme becerilerinin olması ile mümkündür.
Gazeteler haber vermeli…Bıkmadan ,usanmadan haber toplamalı ve toplumu bilgilendirmeli…
Durumun resmini çekmeye , durumu anlatmaya çalışmalı ,ama durumu değiştirmeye çalışmamalı…Çünkü bu siyasetçinin sorumluluğu ve işi…
Bu durumda okuyucu yani seçmen olan bitenin bir parçası gibi gördüğü gazeteleri okumuyor , televizyonları izlemiyor…
Siyasetçileri …Yöneteni ve muhalefet görevini yapanı , işlerini yapmaya çağırıyorum…
Siyasetçiler yönetim kararlarını beğenmiyorlarsa , beğenenler kadar cesur olmalılar…
Siyaset risk alma sanatıdır.
Siyasi partiler görevlerini yapmalı yapamıyorlarsa yapabilecek aklı , gücü ve direnci olanların siyaset yapma haklarını sınırlamamalıdırlar…

Gazeteciler de sadece haber vermeye , doğru ve tarafsız haber vermeye geri dönemezse, gazetecilik de , demokrasi de istemedikleri bir yere gidecek…
Bu yazı bir işaret fişeği…
Tek adam sultası uyarısı ….Faşizimin ayak seslerini duyurma …Ülkemizin bir Diktatör tarafından yönetilmesine 5 ‘ kaldı yazısı…

3 Aralık 2009 Perşembe

CAHİLLİK VE YOLSUZLUK TARİHİ

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN



KAVALALI’DAN KABAKÇI’YA
OSMANLI TARİHİ (I)

Osmanlı İmparatorluğu tarihi bizim yakın tarihimizin ve bu günümüzün anlaşılması için mutlaka bilinmesi gereken bir dönemdir.
Milli eğitim sisteminin temel dersi tarihtir.
Yukarıda ki cümle bugünün eğitim sistemi anlayışını ifade etmiyor.
Zaten toplumsal yön kaybımızın nedeni tam da bu anlayış.
Tarihini bilmeyen , sorgulamayan imamın ya da baş imamın söylediklerinin doğru olduğunu sanmakla yetinen toplumlara cemaat denir.
Son 7 yılımızı bu anlayış yönetti. En iyimser tahminle önümüzde ki 2 yılı da bu cemaat anlayışı ile götüreceğiz.
Sonra demokrasinin en iyi yönetim şekli olduğunu görüp , göstereceğiz.
Biz bunu başaracağız.
Gelelim birkaç bölüm sürecek olan yazımızın Osmanlı tarihi bölümüne..
Bir süredir kendi içimde tartışıyorum…
Osmanlının “dağ paşalarını” anlatarak mı girmeliyim konuya , yoksa doğrudan Kavalalı Mehmet Ali paşayı ve Kabakçıyı mı anlatmalıyım ? diye.
Kavalalı ve Kabakçı da karar kıldım.
Dağ paşalarını sonra anlatacağım.
Osmanlının yüz yılı aşan bir dağılma süreci yaşadığını bilmeden bence Osmanlı torunu olunmaz.
3. Selim’i yazmıştım…Osmanlı’nın açılımcı sultanı.
13 yaşındayken kapatıldığı kafesinde Avrupalı eğitim alan Osmanlı sultanı…
Gizliden gizliye Kırım’ı işgale hazırlanan Rusların , Avusturya-Macaristan imparatorluğu ile anlaşıp Osmanlı’dan toprak koparmak için planlar yaptığını , çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla Osmanlı ordusunun yok edilmesi fikrini III. Selim’e nasıl kabul ettirdiklerini yazmıştım.. O yazıda III.Selim’e “senin ordun sana düşman , bu yeniçeriler var ya bunlar ne dümenler çeviriyorlar “ deyip , yeni ordu kurmak gerektiğini kendilerinin de buna destek olacağını filan söyleyip “yeni düzen” “yeni ordu” derken Kırımın da , Avrupa’da ki toprakların da Yeniçerilerin de 3. Selim’in de her şeyin nasıl yok olduğunu görmüştük.
Bu bir 18. yüzyıl hikayesiydi…
Kavalalı da Kabakçı da 18 .yüzyılın hikayeleri…

Daha önce de yazdım Osmanlı , Dünya’yı başkalarının söyledikleri ile anlamaya çalışırken kaybetti kendini.
Bu gün de bizim durumumuz farklı değil.
Başkalarının söyledikleri , başkalarının çıkarları ve başkalarının senaryoları oynanıyor …
Kısaca ve ne yazık ki tarih tekerrür ediyor.
Bilgisizlik ve cahillik üzerine kurulu bir yapı yine ve yeniden çöküyor.
Osmanlı çöktü ; çünkü cahillik ve yolsuzluk üzerinde durmaya çalışıyordu.
Osmanlı çöktü : çünkü başkalarının çıkarları üzerine yazılan bütün senaryoların figüranı oldu.
Anlatması da anlaması da zor biliyorum ama aynı anda dört ayrı imparatorluğun dört ayrı film senaryosunda tek figüran olan bir imparatorluğun çöküş tarihi var arkamızda.
Biz de , çocuklarımız da bunu şanlı tarih olarak görüyoruz.
Oysa 18. yüzyıl ve sonrası tam bir felaket.
Beceriksizlik , cahillik , kendini bilmezlik tarihi…
İşte Kavalalı’nın hikayesi de bu dönemi anlatıyor.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı Osmanlı imparatorluğunun Mısır valisi olarak bilirsiniz. Yani bilenleriniz öyle bilir.
İyi de Kavalalı Mısır valisi olarak mı doğdu.?
Tabii ki hayır…Bu gün Yunanistan toprakları içerisinde kalan Kavala’nın Kondova köyünde doğdu.
18. yüzyılın son çeyreğinde büyüyen ve eli silah tutan her erkek gibi Osmanlıya asker oldu.
O dönem Napolyon Bonapart Fransa da iç güvenlik bakanlığına getirilmişti.
Kavalalı Mora yarım adasında bulunan Osmanlı donanmasında levend olduğunda , Napolyon da Fransa ordusunun komutanıydı.
İtalya’ya başarılı bir sefer yapan Napolyon , Osmanlılar da dahil bütün imparatorlukların gözünü korkuttu.
Fransa yeni keşfettiği bu başarılı komutanı ile ezeli düşmanı İngiltere’yi yok etmek istiyordu.
Napolyon askeri bir dahiydi. Doğrudan İngiltere’ye saldırmak yerine İngiltere’nin çıkarlarına saldırmayı daha uygun buldu.
Mısır’a yöneldi.
İngiltere’nin sömürgeleri ile bağını kesecek ,Fransa zenginleşirken İngilizler yoksullaşacaktı.
İyi de Mısır kimin Vilayetiydi?
Osmanlı’nın…Napolyon kime doğrudan saldırıyordu…Osmanlı’ya…
Pek iyi de Osmanlı’nın bundan haberi varmıydı?
İngiliz sefiri ne söylüyorsa Sultan Onu biliyordu.
Napolyon Akdeniz de İngiliz donanmasını yendi ve 1798 yılında İskenderiye’ye çıktı.Piramitlerin oralarda bir yerlerde Memlüklüler ile savaştı onları da yendi.
Mihrişah sultanın en sevdiği oğlu III.Selim İngiliz sefirinden dinledi bu saldırıyı…
İngiltere , Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları ayrı ayrı tehdit altındaydı ama Fransa aslında Osmanlı topraklarını işgal etmişti….İstanbul bu durumu başka ülkelerin sefirlerinden dinliyordu.
III.Selim , babası öldüğünde 13 yaşındaydı ve amcası I.Abdülhamit onun yerine sultan oldu…Selim de kafese kapatıldı…
Kafes içerisinde büyütüldü …Figüranı olduğu filmler bitip ,Avrupa ve Rusya Osmanlıdan istediğini aldığında , Kabakçı Mustafa 50 adamı ile saraya gelip onu tahttan indirdi ve yerine akıl hastası olduğu söylenen 4.Mustafa’yı oturttu…Selim yine kafesine geri döndü…
Osmanlı’nın sarayı Yol geçen hanıdır sanki ..
Birisi gelip birini padişah yapıyor diğeri gelip O nu indirip başkasını sultan yapıyor..
Tabii ki öyle değil.
III.Selim’in figüranı olduğu filmler bitmiş.Deliğe süpürülme zamanı gelmiştir.
Hepsi bu…Kabakçı da film bitince meydanı süpürmesi için gönderilen bir diğer figürandır anlayacağınız…



BİZİM TARİHİMİZ BİZİ ANLATIR
OSMANLI TARİHİ (2)
III.Selim kafesinde büyürken gizliden gizliye Fransa kralı ile mektuplaşıyormuş…Avrupa’nın Dünya’ya bakışı ve çıkarlarının gözetildiği bir eğitim almış..Amcası I.Abdülhamit bunu duyunca epey kızmış kafesin güvenliği filan arttırılmış..Tahta çıkan III.selim zamanında Avusturya – Macaristan imparatorluğu ve Rusya ile toprak talepleri nedeniyle savaş halinde olan Osmanlı yeni sultanın ver kurtul anlayışı ile iki barış antlaşması yapmış , vermiş kurtulmuş ve insan kanıyla yazılan Fransız devrimini uzaklardan izlemiş…
Sonra Napolyon , sonra Mısır…
Akdeniz de donanmaları yenilen İngilizler bütün kuvvetleri ile Napolyon’un donanmasına saldırıp galip gelince , İngiltere , Rusya ve Avusturya-Macaristan güçlerini birleştirip Fransa’ya saldırma kararı alırlar.Osmanlı da bu orduya katılır.
Ortak orduya Katılan Osmanlı askerleri çoğunlukla Mora yarım adasında bulunan Avrupalı devşirmelerdir.
Kavalalı da işte onlardan biri…
Mısır’ın içlerine doğru ilerleyen Napolyon bu ortak ordu karşısında tutunamayacağını anlayınca Mısır’ı terk eder ve ülkesine geri döner.
Osmanlı ordusu Mısır da kalır…
Ne gariptir ki Fransa’nın çıkarları da öyle…
İşte Kavalalı Fransız çıkarları tarafında duran genç, gözü pek ve fakat okuma yazması olmayan bir askerdir.
Mısır’da göze girmiş ve komuta kademesine kadar yükselmiştir.
Osmanlı Valisi Hüsrev paşaya karşı ayaklanan Osmanlı ordusunun komutanlarından birisidir ve Fransızlar tarafından da keşfedilmiştir..Ordu neden Valiye karşı ayaklanmıştır , ne olmuş ne bitmiştir…Hüsrev paşa’nın yerine kavalalı’nın geçmesini kimler niye istemiştir?Kimler Kavalalı’yı İstanbula önermiş ve kabul ettirmiştir.? Tarihimiz bunları yazmıyor…Ama görünen O ki Fransa çıkarlarının Mısır’da gerçekleşme süreci bu Vali değişikliğine bağlıdır.
.
Osmanlının Mısır valisi olan Kavalalı Fransa’nın parası ve eğitilmiş insan desteği ile Mısır’ı Osmanlı imparatorluğundan daha ileri bir noktaya taşıdı.
Kısa zamanda oldu bu…Ama parayı veren Fransa’nın başka çıkarları ve Osmanlı üzerinde başka emelleri de vardı ve Kavalalı bunun için biçilmiş kaftandı…
Mısır imparatorluğu denebilecek bir yönetim ve yapılanma ile güçlenen Kavalalı , kuzey Afrika ve Arabistan yarımadası üzerinde hakimiyet kurunca Oğlu için Suriye valiliğini istedi.
Fransa’nın Osmanlı imparatorluğu için yazdığı oyun oynanmaya başlanmıştı.
Fransa Kavalalı’ya iste diyor,İstanbul’a dönüp verme diyordu.İngilizler tedirgin olmuş “sakın verme” diyorlar Ruslar zaten savaş açmış Osmanlı ordusunu her bulduğu yerde yeniyordu.
1805 yılında Mısır Valisi olan Kavalalı işte bu Dünya düzeni içerisinde sadece Mısır’ı değil Osmanlı İmparatorluğunu da yönetmeye başlamıştı.III. Selim , 4.Mustafa ve ardından tahta oturtulan II.Mahmud zamanında Osmanlı işte bu filmlerin figüranı olmuştu…
Kavalalı istiyor , sefirler akıl veriyor , Osmanlı giderek daha hızlı bir biçimde batıyor , parçalanıp ufalanıyordu..
Kavalalı’nın Geldiği yer olan Mora yarım adasında isyan çıkıyor. Bastırmaya kendisi gidiyor , Mora’nın da Girit’in de valiliğini alıyor...Osmanlı oynanan bu oyunun farkında olmadan veriyor kurtuluyor…
Ruslar Karadeniz’in güneyinde cirit oynuyor ,Kırım ve kuzeyinde ki toprakların tamamında egemen olmuş İstanbul Bu durumdayken bile Mısır valisinden medet umuyor.
Rolünü iyi oynayan Kavalalı İstanbul’a artık rest çekiyor.
Mora da zaten güç kendisinde olduğu için “Mora’yı değil Suriye’yi isterim “ diyor…
Yani Fransa öyle istiyor…Fransa Çanakkale ve Marmara boğazlarını istiyor…
İngiliz ve Rus tehdidi ne karşı İstanbul’un önemini biliyor.
Galiba İstanbul’un önemini Osmanlılardan başka herkes biliyor.
Fransa’nın Kavalalı üzerinden yaptığı bu hamleye İngilizler ve Avusturya-Macaristan imparatorluğu sert tepki veriyor…
Tepkiler saray’da sultana verilen akıllardan ibaret…
İstanbul , kendi Valisi’ne söz geçiremiyor…Kavalalı yerinde durmuyor ,Suriye üzerine yürüyüp orayı da ele geçiriyor.
Oğlu İbrahim , (sonra Osmanlı paşası olacak) önce Adana’da sonra da Toros dağlarını geçip Konya’da Osmanlı ordularını bozguna uğratıyor.
Çünkü Mısır ordusu Fransa’nın desteği ve silahları ile kurulmuş ve çok güçlü..
Osmanlı hala oynanan oyunun farkında değil.II. Mahmut , kendi valisine karşı Ruslardan yardım isteyecek kadar şaşkın.Şaşkın çünkü Rus’larla savaş halinde ,yani savaşırmış gibiler Ruslar istedikleri yerleri alıyor sonra oturup antlaşma yapıyorlar..Yapılan her barış antlaşması ile Osmanlı toprakları küçülüyor.Fransa Mısır ordusunun arkasında ama İstanbul’da Sultanın yanında, İngilizler bakalım ne olacak ve bizim payımıza ne düşecek kurnazlığında , Avusturya-Macaristan kaybettiği bütün toprakları geri almış olmanın rehavetinde Kavalalı’yı izliyorlar.
Geriye bir tek Ruslar kalmış size yardım ederiz ama biz sizinle savaşıyoruz diyor Rus sefiri…O zaman barışalım diyor II.Mahmut. Barışıyorlar.Şartlar şöyle ; Ruslar istedikleri yerleri alacak ve karşılığında donanmasını Marmara denizine gönderecektir.
İngilizler ve Fransızlar hop diye hopluyorlar yerlerinden…Saraya Sefirin biri geliyor , biri gidiyor…
Bu arada Kavalalı da Konya üzerinden yürüyüp Kütahya’ya kadar geliyor.
Fransa dur biraz soluklan diyorsa da Kavalalı “bırakın bre gireyim şu İstanbul’a “diye naralar atıyor.
Sonuçta oyunun bir parçası olduğu kendisine anlatılıp önüne konulan antlaşmayı imzalaması sağlanıyor.
Antlaşma da şöyle…Mora’yı değil Suriye valiliğini isterim diyen Kavalalı’ya Mora, Girit , Suriye , Adana ve dahi Cidde Valilikleri veriliyor…
Fransızlar Saray’dan çifte telli oynayarak çıkarken , İngilizler Rus donanmasını Karadeniz’de tuttukları , boğazlardan geçirmedikleri için derin bir ohh çekiyorlar.
Mısır’ı işgal eden Napolyon geri çekilerek ve doğru adamı seçerek Afrika ve Arap yarım adasında kesin bir yönetim üstünlüğü sağlıyor.
Hem de tek bir insanı savaşmadan…Osmanlı ,Osmanlı’ya kırdırılıyor…
Kavalalı’nın Kuzey Afrika ve Arap yarım adasındaki hanedanlığı 150 yıl kadar sürer…
Osmanlı saltanatı , Mısır saltanatı’na sultan’dan sonra gelen anlamında bir unvan bile verir…Mısır’da ki ”Hidiv” kalesi işte bu unvanın şanına uygun olarak yapılmıştır…
Ortalık durulmuş gibidir…Ama Fransa planı gerçekleşince İngiltere’nin durumu zorlaşır…
Kavalalı Mehmet Ali paşa İngilizlerin Afrika ve Arap yarımadasında ticaret yapmalarına izin vermez.Ticaret ayrıcalığı sadece Fransa’ya aittir.Bu durum İngilizleri çok kızdırmaktadır.Napolyon istediğini elde etmiş İngiliz , çıkarlarına çok kesin bir şekilde darbe vurmuştur.
İngilizler Saraya daha sık gelip gitmeye başlarlar.
II.Mahmut her sabah kapısı çalındığında yine mi İngilizler demektedir.
Sonunda İngilizler Saray savaşını kazanır…Osmanlı İmparatorluğu kendi Mısır Valisine savaş ilan eder.
Niye eder? Nasıl eder? Tarihimiz bunları da yazmaz…Ama Kavalalı Kendisini haklı olarak Osmanlı padişahından daha önemli görmektedir.
İstanbul’u umursamamakta ve kendi yönetim kararlarını kendisi almaktadır.
İngilizler de işte bu duruma oynarlar ve Padişahı bilmem kaçınçı ziyaretlerinde ikna etmeyi başarırlar…

Osmanlı ordusunu bu günkü Gaziantep şehrinin yakınlarında Nizip’te karşılayan Kavalalı’nın silah gücü yüksek ve yorgun olmayan ordusu , Osmanlı’nın bitap düşmüş ordusunu kolayca yener…
Ve ne olur bilirmisiniz.?
Osmanlının donanması , Kaptanı Derya Ahmet paşa tarafından ki kendisi donanma komutanıdır , Mısır Valisine teslim edilir.
Neden böyle olmuştur .? Sonra ne olmuştur.Tarihimiz bunları da yazmaz.
Toprakları dağıtarak İstanbul’da oturmayı başaran Sultan , İngiliz’in aklıyla hareket edince ,donanmasını da Valisine teslim etmiştir.
Saray’da oturup , gelen giden sefirlerin dediklerini yapan Osmanlının kendi valisi ile kendi kendine yaptığı savaşlardan sonra artık ne ordusu ne de donanması kalmıştır.Yıl 1839 ‘dur.
Böyle bir tarih böyle bir dönem İmparatorluğun bir valisinin , İmparatorluğa isyan etmesi ve bu isyanı başarması olarak anlatılabilir mi?
Valinin neyi başardığını da çok iyi anlamak gerekmez mi?
Avrupa imparatorluklar Birliği ve Rusya’nın çıkarlarının ana tema olduğu bu dönem kesinlikle yeniden yazılmalı…
Tüm boşlukları doldurularak…
3 MUSTAFA’NIN HİKAYESİ
OSMANLI TARİHİ (3)

Şimdi sizinle 1839 dan biraz geri gidip Ordusu ve Donanması henüz görünürde var olan Osmanlı’nın , Kabakçı İsyanına doğru neler yaşadığını göreceğiz.
Kabakçının adamları ;bu Sultan Rus sefirini çok dinliyor üstelik yeniçeri Ocağını kapattı diye III.Selim’i tahttan indirip kafesine yollamış , yerine de 4. Mustafa’yı padişah yapmıştı…

Kimdi bu padişah değiştirebilen Kabakçı?...Sonra Kabakçı’nın değiştirdiği padişahı değiştiren Alemdar Mustafa Paşa.?
Çok ilginçtir ki Kabakçı hakkında ki bilgiler söylentilerden ibaret…
Kayıkçı yamağı olduğunu biliyoruz.
Boğazda çalışan kayıkçıların ağası olmalı…
Kayıkçılarda onun adamları…
III. Selim , Rus sefiri ile yeni ordu kurmanın çalışmalarını yaparken , Saray entrikaları da hızla döndürülüyordu.
Vezir Musa paşa ve şeyhülislam Ataullah efendi durumdan hiç memnun değillerdi ve odasından hiç çıkmayan 4.Mustafa ile saltanat pazarlığı yapıyorlardı.
Şehzade Mustafa , saltanat fikrini çok çabuk kabul etti.. Saray entrikaları Kabakçı ve adamları tarafından İstanbul sokaklarına yansıtıldı…
Kayıkçılar Et meydanın da , At meydanında gösteriler yapıyor ve kötü gidişin sorumlularının cezalandırılmalarını istiyorlardı.
III. Selim de onların istediğini derhal yaptı…Kim ne derse onu yapan birisi gibi ,sanki kendisi hiç sorumlu değilmiş gibi kötü gidişin sorumluları olarak ; İbrahim Kethüda , Hacı İbrahim efendi , Reis ül Küttap ve Darphane emini’nin de aralarında bulunduğu 11 adamını Kabakçının adamlarına teslim etti.Hepsi kalabalık tarafından orada linç edildiler.
Saraya dediğini yaptırdığını gören Kabakçı , hızını alamadı ve III. Selim’e tahttan çekilmesini söyledi…Selim bunu da kabul etti.Kendi isteği ile yerini 4. Mustafa’ya verdi.
Kafesinde ki hayatına geri döndü.
Şimdi bura da durup derin bir soluk alalım…
Rusya Yeniçerileri dağıttırmış , yerine Rus generallerin komutasında bir ordu kurdurmuştu ama Yeniçeriler işsiz-güçsüz , silahlı ve tehlikeli olarak ortalarda dolaşıyordu.
İngiliz ve Fransızlar açıkça Osmanlı Saltanatının üzerinde ki bu ağır Rus hakimiyetinden de Osmanlının kendi kontrolleri dışında dağılmasında da endişe duyuyorlardı..
Öyleyse bu durum değişmeli ve Osmanlı daha da yıpranmış olarak ellerine düşmeliydi.
4.Mustafa , zevk ve sefa düşkünü çok asabi bir gençti.
Bu iş için uygundu.
Çarklar dönmeye başladı ve Kabakçı İsyanı denilen Saray komedisi oynandı.
III.Selim kenara çekildi, Rusya’nın istediği açılımları yapan kadro linç ettirildi.
Rus hakimiyeti İstanbul’da sona erdi.
Ruslar , öyleyse bizde Eflak ve Boğdan’ı alırız dediler..
Aldılar da…Ama Napolyon Kuzeye doğru yürümüş ve Rus ordusunu Rusya içlerinde fena kıstırmıştı…Ruslar İstanbul’a , yani Saraya ,yeniden hakim olmak için aldıkları Eflak ve Boğdan’ı “nasıl olsa sonra yeniden alırız “ diyerek geri vermeyi teklif ettiler ..
Ruscuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa işte burada sahneye çıkıyor.
Yeniçeriler başıboş dolaşıp huzursuzluk yaratıyor , ortada güvenliği sağlayacak bir teşkilat kalmamış…İstanbul’da sokağa çıkmak cesaret istiyor diye ,4.Mustafa Alemdar paşayı İstanbul’a davet ediyor.
16 bin kişilik Ruscuk ordusu İstanbula girince olanlar olur…Alemdar’ın ordusu ile Kabakçının adamları arasında “İstanbul muharebesi “başlar…
Kabakçı yaşadığı Rumeli feneri kalesinde Alemdar’ın askerleri tarafından yakalanır ve palalarla , kılıçlarla parçalanarak öldürülür.Kafası da Saraya 4.Mustafa’ya gönderilir
Ama Kabakçı’nın kayıkçıları tam dört gün Alemdarın askerlerine kafa tutar ,direnir.
Kabakçının adamları Rumeli fenerinden , Alemdarın adamları Anadolu feneri kalesinden top atarak şehri yakıp yıkarlar…
Şehir bir kaleden öbürüne atılan top mermileri ile çok zarar görür..
Rumeli Feneri koyu , kayıkçı yamakları tarafından yakılır...Rumelikavağı, Sarıyer , Yeniköy çok büyük zarar görür..
Sivil halk kaçacak yer bulamaz .Bu savaşta kaç İstanbullu öldü bilinmez ama , kayıkçılardan 300 kişi Alemdarın askerlerinden 13 kişi ölür…
Bu acayip ve saçma muharebe bittiğinde Alemdar’a haber salınır..
Ortada ne ordu ne de yönetim yoktur. Alemdar atlıları ile birlikte Sarayın önüne kadar gelerek 4.Mustafa’ya alay gösterir..
İsteği sadrazam olmaktır.
4. Mustafa bunu kabul etmez Balkanların serdar beyi yapar Alemdar’ı
Alemdar’da tahtı terk et der.
Şeyhülislam 4 Mustafa’ya Alemdar’ın III.Selim’i tahta çıkarmak istediğini söyleyince Kilit altında yaşayan III.Selim, 4.Mustafa’nın emri ile boğdurulur..
Selim’in boğulduğu haberini aldığında 4. Mustafa’nın aklına Selim’in amcazadesi Mahmut gelir…Sarayda kendisi ve Selim dışında hanedan temsilcisi bir kişi daha vardır…II.Mahmut…
Derhal bulun ve boğun emrini verir…
Ama geç kalmıştır…Haremde ki kadınlar III.Selim’in öldürüldüğünü duyunca Mahmut’u önce haremde sonra da sarayın çatısında saklamışlardır.
Alemdar Mustafa Saraya geldiğinde III. Selim’in cesedini bulur.
4.Mustafa Alemdar’ın çekilme isteğini kabul eder ve Boğdurularak öldürüleceği güne dek saray da ki odasında yaşar….
Alemdar mecburen II. Mahmut’u padişah yapar…
II. Mahmut’ta Alemdarı sadrazam yapar…
İşte Kavalalı ile dalaşan , Ruslara karşı yardım istediği valisine daha sonra İngilizler istiyor diye savaş açan Osmanlı Padişahı , böyle sultan olur…
Ordusu , donanması , yönetim kadrosu kalmayan Osmanlı artık daha fazla Sefir dinlemeye başlayacak , daha hızlı bir şekilde bölünüp parçalanacaktır.

Kavalalı ile başladığımız Osmanlı tarihinin çöküş sürecinden bir kesit aktardım size…
İstanbul’un Fethinde bile görmediği zararı bu dönemde görmüş olması ama bunun hiç konuşulmaması da çok ilginç.
Koskoca Osmanlı İmparatorluğunun çağdaşı diğer imparatorlukların sefirlerinin elinde oyuncak olması 18.yüzyılın en ayırıcı özelliğidir.
19. ve 20.yüzyılın İstanbul’da nasıl yaşandığının da göstergesi.
Aynı oyunlar tekrar tekrar oynanmış, saltanat sevdası ile değişen sultanlar hep bu oyunların baş figüranı olmuşlardır.
Bu oyunu bozan kişi Mustafa Kemal Atatürk’tür.

26 Kasım 2009 Perşembe

SAYGISIZLIK DEMOKRASİ SORUNUDUR

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN



DEMOKRASİ SAYGI DUYMAKTIR


Birlikte yaşama isteği ile yanıp tutuşan insanların birlikte yaşadıkları insanlara saygı duymaması en temel sorunumuz olmaya başladı.
Birlikte yaşayalım ama ben sana saygı duymayayım…
Birlikte yaşayalım ve sen bana saygı duy…
Olur…!!.

Olmuyor tabii ki…
Olmaz da… Eşitler arası bir arada oluş ile açıkladığım demokrasinin… Sadece sen bana saygı duy ve katlan anlayışı ile yürümeyeceği apaçık ortada.

80 yıllık demokrasi birikiminin demokratik açılım hikayeleri ile birlikte 7 yılda nasıl çürütüldüğünün tanığı oluyoruz.
Demokrasinin gücü eşitler arasında gelişen karşılıklı saygı ve kabuldür.
Bir diğerini kabul etmek ve onun değerlerine saygı duyarak haklarını ihlal etmemek..
Bunu uzun uzun anlatmamın çok fazla etkisinin olmadığını biliyorum..
Ancak son 7 yıllık deneyim bize çok şey öğretti.
Bir diğerinin var olduğu ve herkesin bir diğerinin haklarına saygı duyması gerektiğini.
Bütün bu felsefi anlatımların ardında ise çok kötü yönetildiğini düşündüğüm bir hayat var.
Basit günlük rahatsız edici bir yığın olay…
Birlikte yaşamayı beceremeyişimizin neden olduğu bir yığın saçma sapan durum.
Yolların bir yerden bir yere gitmemiz için yapıldığını ve ulaşım hakkımızı bu yollar açık olursa kullanabileceğimizi hiç düşündünüz mü?
Yani yol var ama araba parkına dönüşmüşse sizin ulaşım hakkınız birileri tarafından engellenmiş olur. Hepimizin bilmesine karşın düşüncesizce ihlal edilen bu durum bakın nasıl içinden çıkılmaz ve herkesi rahatsız eden bir sonuç yaratıyor.
Telefonda her zaman ki çelebi ve sakin ses tonu ile bir cadde hikayesi anlatıyor arkadaşım…
Hastane önü… İnsanlar hastaneye ya hasta getiriyorlar yada hasta ziyaretine diyor… Arabalarını cadde üstüne park ediyorlar…Cadde üzerinde bir de otobüs durağı var…
Cadde daracık… İki araç usta sürücü çabası ile yürüyebiliyor.
Arabalar park edilince tek şerit’e düşüyor…Otobüs durunca trafik de duruyor..Trafik durunca direksiyon başında ki insan ulaşım hakkına saldırıldığını düşünüyor ve basıyor kornaya.
Hayır daha bitmedi…
İşin içinde trafik polisleri de var…
Bu içinden çıkılamaz ve üstesinden gelemediğimiz durum sadece gündüz olmuyor… Gece de böyle…
İnanılmaz ama orada yaşayan arkadaşımın sesi hala sakin ve çelebi…
Anlatıyor…Ben işe gitmek için sabah erken den evden ayrılıyorum…Gece eve geç saatte dönüyorum…Günlük patırtının farkında olmuyorum pek ama gece üstelik herkes için geç sayılacak saatlerde yaşadığımız trafik karmaşası hepimizi çok geriyor ve rahatsız ediyor.lütfen bu konuyu yazar mısın.? diyor…
Konu açıkça şu…
Taraflar…: Caddeye….Hastanenin önüne…Hastanenin önünde ki otobüs durağına park edenler….
Sıkışan trafiğin açılması için kornasına basmaktan başka çare göremeyenler…
Ve işte burası çok garip… Aracının içinden yüksek sesle bağırarak park etmiş araçların sahiplerini araçlarını yoldan almaya davet eden Trafik polisleri…
Her gün hemen her yerde karşılaştığımız ve kendi kendimize yarattığımız bir saçmalık…
Gecenin ilerlemiş saatinde ve bir büyük hastane önünde olunca demokrasi sorunu haline geliyor.
Kimin kime saygı göstererek çözeceğini tartışmadan çözelim bu sorunu… Araçlarımızı daracık caddelere park etmeyelim…
Hastane girişlerinde bulunan otobüs duraklarına park etmekten vazgeçelim… Trafik sıkışıklığını kornamıza basarak çözebileceğimizi düşünmeyelim…
Trafik polisleri sesi sonuna kadar açılmış hoparlörlerden bağırarak bu anlamsız durumu daha saçma hale getirmesinler.
Eski SSK yeni Atatürk hastanesi girişinde her gün ve her gece yaşanan bu durum artık yaşanmasın…
Aracımızın kornasını trafik açıcı bir obje olarak görmeyelim…
En az 3 trafik kuralını ihlal eden araç sahipleri güzel sesli polislerimiz tarafından gece yarıları araçlarının başına davet edilmesin…
Herkes bir diğerinin yaşam hakkına saygı göstersin…
Kuralların uygulanmasını sağlayacak devlet görevlileri de görevlerini yapsın.
Hadi hepimiz bu basit ama anlamlı demokratik davranışı gösterelim.
Bir birimizin haklarına tecavüz etmeyelim…

25 Kasım 2009 Çarşamba

OSMANLIYI BİLELİM...BARIŞALIM...

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


AÇILIMCILARIN AÇILIMI

Osmanlı’nın torunları , ’Son sultanlı’ tosuncukların açılımına destek olmak için Tarihi olayları anlamaya ve anlatmaya başlayalı çok olmadı ama Derya Uğural’ın dediği gibi neredeyse bir kitabı dolduracağız…
Tarihimizle yüzleşmenin kimin , neyin nesi olduğunu anlamaya başlamanın zamanı geldi …
Tanığımız Evliya Çelebi….
Anlatıcımız Reşad Ekrem Koçu…
1962 basımlı kitap Ahmet A.Sönmez tarafından yaptırılan AHMET A. SÖNMEZ KÜTÜPHANESİ ne yine Ahmet A. Sönmez tarafından yapılan bağış…
Osmanlının torunu mu bilinmez ama Kütüphane memuru bu kitabı beğenmemiş ve Ahmet A. Sönmez’e iade etmiş…
İyi ki de etmiş…
Şimdi benim elimde ve sizinle paylaşıyorum…

OSMANLI BÖYLE BİRŞEYDİ…

Osmanlı’nın Dünya dan haberi yoktu…dedim kızıma…Elçilerin ağzına bakardı…
Alman elçisi şöyle derdi…İngilizi böyle…Fransız en bilgili görüneni…Rus’un dediği etkili olurdu…
İşte Osmanlı’nın Dünya’yı algılaması da böyle olurdu…
Haksızlık etmişim…
Osmanlı’nın değil Dünya’dan Osmanlı’dan haberi yok…
Anadolu kendi kendine kavrulmuş saltanat boyunca…
Kavrulmuş…kavrulmuş…kavruk ,savruk insanların yaşadığı tozlu bir ülke olmuş…

Erzurum Valisi Mehmet paşa az vergi gönderdi , kendine çok aldı filan diye olsa gerek (sistem böyle çünkü),azledilmiş…Saltanat bu asar , keser… Sen OL der olursun , sen ÖL der ölürsün…
Erzurum Valisi bu Toplamış levendlerini İstanbul’a yürür olmuş…
1648 yılı Ocak ayında….İki bin asker bir de Evliya Çelebi…
Yol uzun mevsim kış…Çorum dolaylarında kış Erzurum soğuğu gibi değildir ama hava fena dönmüş…
Bardaklı belini geçip Kurd deresi köyüne gelince eski vali ve askerleri köylüyü kar kış demeden evlerinden dışarı atıp…Evlere kendileri doluşur…Yoksul köylünün evini aşını yatağını alır yetinmez kızını kızanını da ister…
Sözün burasında….boğazımda bir yumruk….gerisini Evliya Çelebi anlatsın…

“ Bir akşam Bardaklı belini geçip Kurd deresi köyüne geldik.Bizim asker O kış kıyamet gününde köylüyü evlerinden kar üstüne çıkarıp evlere damlara girdiler.Bu köyde erenlerden ve hacı Bayram Veli’nin halifelerinden Bardaklı baba yatar.Ertesi sabah erkenden türbesini ziyarete gittim.O esnada kucağında masum yavrusu ile bir hatun geldi , çocuğu Bardaklı baba’nın kabri önüne koyarak başını açtı,saçlarını dağıttı:
Oğul ! Oğul! diye feryada başladı..
Meğer paşanın askerleri bu hatunu evinden çıkarıp çocuğunu da kar üstüne atmışlar ve o gece o masum sabi soğuktan ölmüş.Kadının ardından nice fukara ve zuafa köylüler geldi,hepsi dövülmüş ,balta ve harbe ile yaralanmış , bir ağızdan bedduaya başladılar.Hemen içlerinden vakar sahibi bir ihtiyarın elini öptüm;
“Aman bana beddua etmeyin….ben imamınızın evine misafir oldum, vallah billah cümle adamlarımı kar üstünde yatırıp içeri sokmadım, dedim.”
İhtiyar: Seni biliriz dedi; imam sana bulamaç , külemeç aş getirmiş, kabul etmemişsin, sizin rızkınızdır diye yememişsin.Allah senden razı olsun,seni yorulup zabun düştüğün yerde yaramaz işden korusun…ama paşanızın cümle ağalarının ve sarıcasının, sekbanının Allah belalarını vere…nidelim efendi nidelim? Sıcak dama kondular, içine kurt giresi boğazları doydu, sonra “bre kalk bize kaşık mancası getir “ diye dayak atarak ve baltalarla vurarak bizden avret ve oğlan istediler.Cümle ehlimizi ve evladımızı bir dama tıkdık, sakladık , gece damın bir yanını delerek avreti ve oğlanı çıkarmışlar….İntikamımızı Allaha ısmarladık…diye ağlamaya başladı…”
“Bu hali gördüm , dehşet içinde kaldım; Ya rabbi sana sığınırım …benim bu işlerden haberim yokdur!... dedim Kabri şerife bir fatiha okuyub hemen paşa efendimize gittim, işittiklerimi olduğu gibi anlattım, kahyasını çağırdı;
Ne kadar lüzumsuz ağırlığımız varsa yediğimiz zahirenin ve yapılan tecavüzün yerine bu köy halkına dağıtın , hatırları hoş olsun…dedi.
Köylüye bir şeyler dağıttılar, hatırları hoş oldumu bilmem…”

……………
Çalıp çırpıp , şunlara da bir şeyler verin demek Osmanlı’nın yönetim anlayışı…
Ne diyeyim….
Köylüler desinler diyeceklerini…
Eminim …
Onlar daha iyisini derler…

20 Kasım 2009 Cuma

20 KASIM 1922...LOZAN BARIŞ GÖRÜŞMELERİ BAŞLADI

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


TARİHE TANIKLIK YA DA EŞKALİ’Nİ ÇİZMEK


Anadolu uygarlıklarının hiçbirisi ile barışık olmayan Osmanlı, gözünü Avrupa’nın zenginliklerine dikmişken sırtını , Arap bedevilerinin kültürüne dayamıştı….
Yeri geliyor Alman imparatoru ile vals yapıyor yeri gelince Rus imparatoruna , İngiliz kralına toprak satıyordu…
Yaptıklarının arkasında hep bir yabancı parmağı vardı….
Bu gün kendisine son Osmanlı sultanı dedirten birimi var…?
Gözü nerede …sırtı nereye dayalı…
Yaptıklarında kimin parmağı var…
Osmanlının son sultanı tam verip kurtulacakken….
Mustafa Kemal Atatürk oyunu bozdu….
İlk gün belirlediği hedefinden zırnık vermeden 7 düveli dize getirip her istediğini aldı.
Osmanlının son sultanı Sevr antlaşmasını imzalamıştı….
Yırtıp attı … 7 düvel’e Lozan’ı imzalattı…
O gün İngiliz çıkarlarını temsil eden Winston Churchill elinde ki kağıdı cebine sokmak zorunda bırakılınca , “ Bu gün ret ettiğiniz bu teklifler gün gelecek yeniden önünüze konulacaktır.” Demişti.
Adam son sultansa…Elinde ki de işte O kağıt parçası….
Ankara hükümeti Lozan’a gitmeye hazırlanmaktadır…İsmet İnönü dış işleri bakanı olur . Heyete başkanlık edecektir.
7 düvel zeki ya…görüşmelere Ankara hükümetinden sonra İstanbul hükümetini temsil eden son sultanı da çağırır…Tarih 28 Ekim 1922….
Mustafa Kemal ve milletin meclisi İstanbul saltanatını kaldırır…Tarih 1 kasım 1922…
Lozan’a gidecek heyetin görevi Ulusal birliğimizi ve toprak bütünlüğümüzü sağlamaktır..Ermenistan’a toprak verilmesini ret etmek…Azınlıkları ile birlikte tüm Türkiye’yi bir ülkü etrafında toplanmış millet olarak kabul ettirmektir.
İşte Churchill’in cebine soktuğu kağıtta bunlar yazılıdır.
Ermenistan’a toprak…..Azınlık dedikleri Kürtlere hak….
Türk heyeti uzun görüşmelerde hiç geri adım atmaz…
20 Kasım 1922 de başlayan görüşmeler , 4 şubat 1923 te kesilir…
Türk ordusu Boşaltılmayan İstanbul’a karşı yığınak yapmaya başlar…
7 düvel’e karşı savaşılacaktır…
İzmit ve Silivri askeri yığınak yapılan yerlerdir.
Bu gün Silivri’ye yapılan yığınağı bir kez daha düşünün…
Bu Lozan’ın rövanşıdır….
Bu Sevr antlaşmasında son Osmanlı sultanın imzaladığı şartların kabulüdür…
Bu gün bu imzayı atanların eşkallerini çizmek hiçte zor değil…
Aydın olmak tarihe tanıklık etmek ve tarih önünde Ülkesine karşı suç işleyenlerin eşkalini çizmektir.
Ben de bunu yaptım….
Tarihe tanıklık ettim…

9 Kasım 2009 Pazartesi

SENİ ARTIK ÖLDÜREMEZLER

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


SENİ ARTIK ÖLDÜREMEZLER.!



Sakarya şahidimdir…Afyon ovası anlatır seni her gün…Polatlı sırtların’da yankılanır düşmanın top sesleri bu gün bile…

Seni artık öldüremezler Mustafa’m….Mustafa Kemal’im….

Biliyorum…Her gün bir başka filizi eziyorlar …Amerikan kiri ayaklarıyla…
Her gün bir başka fidan devriliyor Avrupa malı baltayla…
Biliyorum…Kolum kanadım kırılıyor her gün…

Bunu biliyorum Mustafa Kemal…

Bilmek ve beklemek…Beni ben yapan tüm değerlerimle…Dim dik…onurla ve sabırla beklemek…

Senden öç almak isteyenlerin aslında kendilerinin yarınını yok ettiklerini bilerek beklemek…
Onların yarını yok …Onların bu gün sahip olduklarını sandıkları bir şeyleri de yok…
Çünkü sahip olduklarımızın toplamı sensin…
Seni yok etmek isteyenlerin yok edebilecekleri tek şey kendileri…
Her gün yeniden doğmak nedir bilmez onlar..
Üretmek nedir bilmezler….
Üretmeyi bilmeyen sadece kendini tüketir ….
Her gün tükeniyorlar….
Bu gün seni anmayacaklar….
Bu gün senin yasını tutmayacaklar…
Öyle diyor Hamdullah…
Hamdolsun bu gün de kırdım bir dalını onların diyor…
Aklınca….
Seni öldüreceğini sanıyor….

Seni öldüremezler Mustafa’m……
Mustafa Kemal’im….

Dünya şahit…..
Dünya şahit olsun ki…..
Seni öldüremeyecekler….

5 Kasım 2009 Perşembe

AÇILALIM - AŞILANALIM....

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


SEVGİLİ GÜNLÜK

Biliyorum uzun süredir bugün yazacağım yarın yazarım diye seni oyaladım.Ama işte bak artık yazıyorum…
Bu gün kimi gördüm tahmin edemezsin.Evet O’nu..nereden bildin?..
Gözünde siyah gözlükler bir eli cebinde , kırmızı tshirt’ü ile çok göze batıyordu…Gönderdim dedi….Anladım….göndermiş..Uzun süredir üzerinde çalıştığımız işin bozulmasına ramak kalmıştı…Neyse göndermiş…İyi etmiş…Yarın yer yerinden oynar artık…25 Ekim 2009…

Sevgili günlük bu gün çok sevinçliyim…Bizimkiler aslanlar gibi saldırdılar…Her şey tam istediğimiz gibi gelişiyor.Açaçağız…aşacağız…yok edip yeniden kuracağız…Çok mutluyum çok….29 Ekim 2009

İnanamıyorum…Nasıl ters yüz ediveriyorlar..Her şey gün gibi ortadayken biz bu kadar güçlü bir şekilde bağırıp çağırırken onlar sakin bir şekilde durabiliyor ve iki cümle ile bütün yaptıklarımızı bozuyorlar…Bozguncu bunlar…Sallandıracaksın bunları..Bak bir daha yapıyorlar mı?... 30 Ekim 2009

Kızıyorum ama…yazmıyorsun diyordun…işte şimdi yazıyorum…yazıyorum da ne oluyor..Hiç….Bütün yazdıklarım üstüme üstüme geliyor. 1 Kasım 2009

Kurusundan daha çok yararlandığımızı düşünüyorum…Islak olanı kötü oldu…Demek ki kuru kuru daha iyi olacakmış..Bunu raporumda da belirttim..Ders çıkarmamız gerekli tabii..Akşam namazından sonra GDO gurubu ile yemek var…Onların yüzü gülüyor…Aşıcılar sıkıntılı…ama en kötü durum bizimkilerde…2 Kasım 2009

Seninki tereyağından kıl çeker gibi sıyrılmaya çalıştı bu gün…Al sana karizma dedim içimden…Adam kendinden büyüğü yok sanıyor…Esiyor …Gürlüyor…sonra ilk tepki de tırsıyor….Bu eskiden de böyleydi ama anlatamadım…aşılanmazmış….Ben de aşılanmam…Yurttayken aşılandığımız yeter bize ama bunu ulu orta çıkıp söyleyince hoş olmadı tabii….Dün akşamın en dertlileri aşılımcılardı…Para her şeyden daha önemli çünkü…Biz açılımcılar ağzımızı bile açamadık…Bekleyeceğiz bakalım…Medyacılar gurubu çok terlemişler üşütürüz filan biz aşılanacağız dediler….içimden çok güldüm…Zeki Alasya ile metin Akpınar’ın aşı kampanyası geldi aklıma..” tabii tabii “diyordu Akpınar “Eşşegi de aşılatacagız..”…3 kasım 2009

Hoca efendiden mesaj geldi…Utah’a dönüyorum…Ekibi yeniliyorlar…Çok fazla göze batmışız da filan mış ta feşmekan mış ta….Külahıma anlatsınlar…Dediklerimi dinlemezlerse böyle olur tabii….Yeni çocuklara yer açmak filan…Açıkça çuvalladık….Herkeste bir telaş…Medyacılar da dertli…Ne bilelim biz diyorlar…e-mail ile gelince…bizimkilerden sandık…sazan gibi filan…neyse artık sana Amerika anılarımı yazacağım…Sevgili günlük…hoşça kal….5 kasım 2009

1 Kasım 2009 Pazar

UÇAK GEMİSİ BATIRAN TOPÇU YÜZBAŞISI




KÖŞE TAŞI REHA İLHAN



MUSTAFA ERTUĞRUL!
UÇAK GEMİSİ BATARMI …?
Birinci Dünya Savaşının son yılları …Çanakkale boğazı ateşten bir duvar olmuş yanıyor…
Mustafa Kemal Cephede aşılmaz bir kararlılıkla Dünyanın tüm devlerine meydan okuyor…
Her şeyi , her yolu deneyen Müttefik güçleri …Dünyanın her yerinde …Her cephede kazanırken…Çanakkale de yeniliyor…
Resmen yeniliyorlar….Yedi düvel Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal’e karşı yapabilecekleri bir şey olmadığını anlayınca , savaşı diplomatik yoldan bitiriyorlar…
Teslim olan Almanya ile birlikte cephelerde yenilmeyen Osmanlı da teslim oluyor.
Mustafa Kemal’in askerleri yalnız Çanakkale de değil Galiçya cephesinde olduğu gibi Kaş’ta ve Kemer’de de kahramanca savaşıyor….Asker gibi savaşıp , düşmanını eziyor ve insan gibi teslim alıyor…

AYDININ DAĞLARINDAN GELDİLER…

Galiçya cephesinde Düşmanın pes ettiği günlerin tadını çıkarıyordu…Sırtında eski ama daima temiz üniforması ile masaya eğilmiş büyük bir dikkatle haritayı inceliyordu…Düşman dağılmış…etkisini yitirmiş ama hala orada durmayı sürdürüyordu…Savunma emri verilen birliğin komutanı Mustafa Ertuğrul sabah kahvesini getiren erin elinde ki telgrafı görünce heyecanlandı….Cephe komutanlığından gelen her emir onu yeni bir başarıya göndermişti ama O zaferi… eksiksiz zaferi özlemişti….

Liman Von Sanders….Yalova’da ki karargahında biraz önce kapattığı telefona bakarak düşünceye dalmıştı…
Kimdi bu Mustafa Kemal ki kendisine bunları söyleme cesaretini göstermişti…
Başını sağa sola sallayarak kendisine kızdı…
“Vaziyeti nasıl görüyorsunuz?” diye sorduğu Arıburnu komutanı Mustafa kemal ;
“ Bütün kuvvetleri benim emrime vermelisiniz…”demişti….Ben size vaziyetin ne olduğunu defalarca anlattım…yapılması gerekenleri bildirdim…ama bu gün yapılması gereken tek bir şey var….O da bütün kuvvetleri benim emrime vermenizdir…” demişti…
Liman Von Sanders “ Çok gelmez mi ? “ diye alay edercesine sorunca , Mustafa kemal “ Az gelir “…deyip konuşmaya son vermişti…Çok değil kısa bir süre sonra Alman generali bütün birlikleri Mustafa Kemal’in emrine vermek zorunda kalacaktı….

Mustafa Ertuğrul Yalovada ki Karargahtan alman generali Liman Von Sanders’den gelen telgrafı açtı…çok gizli işaretli şifreli telgrafta beklediği taaruz emri değil yeni görev emri vardı….Kaş ‘a gidecekti…Çanakkale’ye Avustralya askerlerini taşıyan İngiliz uçak gemisi ‘BEN MY CHREE’ nin komutasında ki filo boğazlara durmaksızın yeni asker ve mühimmat taşıyordu…Ne general bu durumu biliyordu ne İstihbarat bilgisi vardı.Alman General Mustafa kemalin ikmal yollarının kesilmesi gerekir dediği raporlara bakarak , ikmal gemilerinin sığındıkları Meis adasının işgalini emretmekteydi….Mustafa Ertuğrul ve emrinde ki dağ topçuları sadece 4 dağ topu ile birlikte Meis’i ele geçirmek üzere yola çıktı…

Baba dağında dorukta elinde dürbünü ile Kaş’a doğru bakan Mustafa Ertuğrul’un yüzü gülüyordu…Avını gören kartal bakışıydı bu…
Muhteşem doğası ile köhne bir kasaba onu bekliyordu…
Karşıda neredeyse 300 kulaç ötede de Meis….
İTALYANLAR-İNGİLİZLER-FRANSIZLAR

Birinci Dünya Savaşının müttefikleri aralarında ki gizli anlaşma ile Antalya’yı İtalyanlara vermişti…Meis İtalyanların kontrolündeydi…Liman Von Sanders bu önemli savunma noktasını elinde tutarsa Boğazlara yapılan asker , mühimmat ve erzak sevkiyatını durdurabileceğini en azından zorlaştıracağını biliyordu…
4 dağ topu ile Meis’i ele geçirebileceğini düşünmüştü.
Ama Limon Van Sanders’de , alman istihbaratı da yanılıyordu….
Meis’in etrafı İngiliz ve Fransız gemileri ile doluydu….
Öncü gemiler adanın Kaş’a bakan limanına bağlanmış filonun komuta gemisini bekliyorlardı.
Mustafa Ertuğrul dağ komandolarına hangi yoldan Kaş’a ineceklerini anlattıktan sonra Yalova da ki Alman generale Meis’in durumunu bildirdi…Meis Ele geçirilemezdi…
Topçu birliği Baba dağının kuzey yamacından denizden görünmeyecek bir yol izleyerek ormanlık alana doğru yavaş yavaş inmeye başladı…
Kuş uçumu 15 dakikalık mesafe 4 günde kat edildi….Askerler yorgunluktan bitkin düşmüş ve susuzluk en önemli sorunları olmuştu…taşlık arazide yürümekte zorlanan katırların ardından kasaba köyüne indiklerinde karargahtan yeni emir geldi…
Mustafa Ertuğrul askerlerini köy evlerine yerleştirirken telgrafın şifresi çözüldü..”Ada alınamayacaksa filoya saldırılacak ve Meis adasının düşman gemileri tarafından kullanımı zorlaştırılacaktı.”
Derin bir iç çekti Mustafa Ertuğrul….”Mustafa Kemal çok haklı dedi içinden…Bu savaş Alman general ile yürütülemez…”
Hazırlanan yer sofrasına oturdu . Askerleri yemeklerini bitirmiş düzen içinde uykuya çekilmişlerdi…Bir aydır yoldalardı…Alman malı 7.7 inch lik 4 dağ topunu Kaş’a getirmeyi başarmışlardı… Önce yoğurda daldırdı tahta kaşığı…..Sonra iri bulgur tasına …Nasılda iyi gelmişti sıcak bulgur pilavı…
Canı köy ekmeğine sarılmış yumurta çekti nedense…

Kaptan köşkünde kıyıyı seyreden Charles R. Samson , ‘Bütün Dünya’yı gördüm ama böylesini hiç görmemiştim! Diye geçirdi içinden..Bütün subayları ile birlikte Kekova’nın doyulmaz güzelliğine dalmışlardı…” İstihbarat subayına söyle bir ekip ayarlasın” dedi yardımcı subayına…”Filoyu gönderdikten sonra burayı keşfe gelelim…müthiş güzel bir yer…” Uçak gemisinin telsizinden Meis’in kontrol altına alındığını bilirdi öncü geminin kaptanı , filo komuta gemisinin demirleme noktasının belirlendiğini duyurdu...Kaptan ikinci kaptana döndü ve “tam yol ileri dedi…”

Ormanlık alandan Kaşın doğu burnuna yerleşen birlik topların yerleştirilmesini ve kamuflajını bitirdiklerinde yolcu gemisinden bozma uçak gemisi demir taramayı bitirmiş gürültüyle çalışan motorlarını rölantiye almıştı…Kaptan son kontrolleri yapıyor..süvari demir tarama mesafesi ve kıyı güvenliği için ölçümlerine başlıyordu…120 metre uzunluğunda ki gemi 24.5 deniz mili sürat ile döneminin en donanımlı gemisiydi…Her türlü lükse sahip olan gemide ki hayat ta son derece rahat ve konforluydu…Avustralya gibi uzak bir kıtadan asker taşımak için İngiliz donanmasında ki en uygun gemiydi..Filo komutanı Charles R. Samson , filonun tüm gemi komutanlarını akşam yemeğine gemisine çağırdı…Kamarasına dinlenmeye çekildi...Bütün gemiler 3 kez düdük çalarak komuta gemisini ve kaptanlarını selamladılar…

Dört dağ topu….ve makineli tüfek müfrezesi mevzilendiğinde Kaş denizi Baba dağının engellediği kuzeyli rüzgarı ile sakin ve dalgasızdı…

ÇOK YAŞA MUSTAFA ERTUĞRUL

Mustafa Ertuğrul Filonun komuta gemisini gözüne kestirmiş dürbünü ile hedefini izliyordu…Gemide ki askerlerin tamamı dinlenmeye çekilmiş,güvertede nöbetçilerin dışında kimse kalmamıştı…4 uçak saydı…Geminin güvertesi çok güçlü silahlara doluydu..50 lik ve 100 lük topların namluları henüz karaya yönlenmemişti….Beklemeye gerek yok dedi içinden…Şimdi tam zamanı…


Muhteşem sessizlik İngiliz ve Fransızların hiç beklemedikleri anda bozuldu…Küçük dağ topu bataryasından gönderilen mermiler Kaş’ın sakin denizinde demirlemiş Uçak gemisi ‘BEN MY CHREE’ nin güvertesine düşmeye başladığında Kaptan Charles R Samson “ aman tanrım “ diye fırladı kamarasında ki yatağından…Avustralyalı askerler ne olduklarını anlamadıkları bu gürültüyle sarsılan geminin kıç tarafına doğru koştular…Topçu birliği durmaksızın Filo liderini dövüyor her darbe de sarsılan gemi kaptan köşkünde başlayan yangınla giderek daha da çaresizleşiyordu…Diğer gemilerin komutanları telsizlerin başına geçmiş dumanlar çıkan komuta gemisi ile bağlantı kurmaya çalışıyorlar…ama geminin telsizinden ses gelmiyordu…Kaptan köşkü isabet alınca telsiz sistemi devre dışı kalmıştı…Kaptan Charles R Samson güverteye çıktığında 5.darbeyi kıç tarafından aldı gemi…Bütün Subaylar güvertede kıyıdan atılan topları havada izleyerek ve şaşkınlıkla yanan komuta gemisine bakıyorlardı…Onuncu atıştan sonra Filonun şaşkınlığı geçmiş diğer gemiler demir almaya başlamışlardı…

Demir alan gemilere ve Kaptan köşkü yanan uçak gemisine baktı Mustafa Ertuğrul..Ahmet Çavuş dedi…seninkiler ateşe devam etsin …Hasan Onbaşı kaçan gemilere döndür toplarını…Kendisi de dürbünü boynuna bıraktı ve bir topun başına geçti…Kıpırdayan gemiye döndürüyordu topun ağzını…kalabalık filonun hedef olmayan gemisi kalmayacak dedi Onbaşıya…hepsine atacağız…hadi Hasan…”

Avustralyalı askerler şaşkınlık ve panik içerisindeydi…Kaptan karada ki bataryanın kararlılıkla kendilerini vurmaya devam etmesinden başına gelecekleri sezmişti..Çok yakın…dedi içinden…çok yakın……Az önce durmuş makinelere tam yol komutunu verdi ama demir almak ve gemiyi bu kararlı atışlardan uzaklaştırmanın artık zor olduğunu da biliyordu…Ama kolay teslim olmayacaktı…O anda Ahmet Çavuş’un gönderdiği mermi geminin makine dairesini vurdu…Gemi çığlık atmaya, ve bulunduğu yerde soluna yatmaya başladı…makinelerin gürültüsü durmuş gemi çaresiz bir hedef olarak Kaş kıyılarının önünde kala kalmıştı…..Komutan Charles R.Samson…Dürbünü ile kıyıyı tarıyor bunu gemisine yapan topçu taburunu arıyordu…Oysa ona saldıran sadece küçücük dört topu olan bir dağ birliğiydi. …dört dağ topu…kocaman elleri ve yüreği olan bir topçu yüzbaşısı…kısacık menzilli ve barut karası topları ile ‘BEN MY CHREE’yi dünyanın en güzel yerinde döve döve batırıyordu…..Kaptan Samson süvari albaya gemiyi terk etme emrini verdi…Filikalar Avustralyalı askerleri açık denize doğru kaçırdı…Limandan çıkabilen az sayıda gemi askerleri toplayarak uzağa kaçtılar….

Sayamadım ki dedi Mustafa Ertuğrul….Kaç gemi vurduk Ahmet…Bilmem komutanım dedi Çavuşu…sadece vurdum…kaçanların üç tanesi yaralıydı ama batanları sayamadım…Uçak gemisi denizin şarkısını söyler gibi inliyor sola yatan gemiden Kaptan Charles R.Samson da ayrılıyordu…Mustafa Ertuğrul biraz dur Ahmet çavuş dedi….biraz dur…ama ateşe de hazır tut topunu….” Uçak gemisinin yanışını ve çaresiz bir hedef oluşunu biraz da üzüntüyle ama görevini başarmanın gururu ile izliyordu…Dürbününün ucunda kaptan Samson vardı…Filikaya bindiğini ve hedefinden uzaklaştığını görünce şimdi atabilirsin artık dedi Ahmet çavuşa…son top yanan kaptan köşkünü bir kez daha vurdu….

Denize açılan İngilizler şaşkınlıkla yanan ve batmakta olan filo liderini izliyorlardı…Fotoğraf çekenler gözleri yaşlarla gemisini izleyen komutana donuk gözlerle bakanlar…Akdeniz…Dünyanın ilk kez şahit olduğu bir olayı yaşıyordu…

Dünya bir daha da böylesini yaşamadı….4 topluk bir dağ birliği 120 metrelik 4 uçak taşıyabilen bir uçak gemisini karadan atışlarla batırıyordu…36 dakika dayanabildi ‘BEN MY CHREE ‘ sonra ağır ağır Akdeniz’e uğurlandı…Charles R Samson son kez selamladı gemisini…..
Ahmet Çavuş batan gemiden bir an çevirdi başını komutanına baktı….
Mustafa Ertuğrul dimdik ve mağrur….Batan gemiyi denizin dibine inişini izliyordu…


Meraklısı için dip not : Mondros mütarekesi ile işgal edilen Anadolu topraklarında ki tüm askeri malzemeye silah ve cephaneye işgal güçleri el koydu Teslim alınan tüm topların kamaları söküldü…BEN MY CHREE ‘nin komutanı Charles R Samson ,Aydın yöresinde ki askeri birlikleri denetlemek ve teslim almakla görevlendirildi….Gösterdiği bu anlaşılamaz ve inanılamaz kahramanlıklarından dolayı Mustafa Ertuğrul’un bataryasının kamalarını “ askeri şerefe aykırıdır diyerek “ sökmedi…

30 Ekim 2009 Cuma

SAKİN SABIRLI VE ONURLU...

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN



ÖTEKİ TÜRKİYE

Genel yayın Yönetmenimiz ile birlikte gittik…
Mustafa Akaydın seçilmiş ve ekibini yeni yeni oluşturuyordu.
Bir yığın sosyal ,kültürel ve sportif proje ile birlikte başkan danışmanını ziyaret ettik.
“29 ekim Cumhuriyet bayramı Akaydın ve ekibinin ilk ciddi sınavı olacak çünkü yeni göreve gelmiş ekibe tanınacak zaman ancak bu kadar uzun olabilir “dedik.
Cumhuriyet meydanı kullanımı ve vals akşamları Bayrama kadar sürecek , görkemli bir Cumhuriyet balosu ile sonlanacaktı.
Dün akşam cumhuriyet bayramı coşkusunu meydanlarda yaşayan “Antalya’nın hayatı yaşama tercihi bu.” dedik..
Antalyalılar önce cumhuriyet için yürüdüler sonra sahip oldukları her şey için Atatürk’e teşekkür ettiler.
Atatürk’ün sevdiği eserleri O’nun önemli projelerinden olan çok sesli müziğe uyarlanmış şekilde dinleyip , yine hep birlikte söylediler…
Platform dar ve kalabalıktı…Antalyalılar meydanda bulabildikleri boşluklarda vals yaptılar…Zeybek oynadılar…Mustafa kemal Atatürk’ü ve O’nun tüm değerlerini saygı ve sevgi ile andılar.
Mustafa Akaydın ve ekibine teşekkür ederim…Güzel bir geceydi.

Peki ya öteki Antalya?...
Yani öteki Türkiye…?
Kendilerini Atatürk ve Cumhuriyete karşı gören , kısa , orta ve uzun dönemli stratejik planlarını buna göre oluşturan bu günkü merkezi iktidarın destekçisi insanlar…
Evlerinin balkonlarına bayramı getirmeyenler.
Kendilerini ötekileştirerek mazlum rolüne yatanlar…
Çok tehlikeli bir yok oluş sürecinin asli failleri…
Açıkça ve son kez yazıyorum…
Bu öç alıcı senaryolarla sadece tükenişi elde edebilirler.
Kendilerini sıkıştırdıkları köşeden dişlerini ve tırnaklarını göstererek korku saldıklarını sananlar…
Kendi şapşal korkuları ile yaşayamayacaklarını anladıkları için kargaşa hesapları olanlar…
Başkalarının planlarının figüranı olduklarını anlayanların şaşkınlığında çirkinleşenler…
Yalan , iftira ve dümen tezgahtarları….
Şimdi sokağa dökülecekler.
Göreceksiniz kargaşa tahrikçileri artık sokağa çıkacaklar…
Çok az kaldı…Seçimler artık çok yakın…Demokratik çözüm için gösterdiğimiz sabır ve olgunluğun sonucunu almaya çok az kaldı…
Ne yaparlarsa yapsınlar işin rengini değiştiremeyecekler.
Demokratik çözüm yolundan çıkmayacağız.
Sahip olduklarımızın değerini bilerek ve onları yaşayarak yapacağız bunu.
Yasakladıkları , kötüledikleri , çamur attıkları tüm değerlerimize sadece onları yaşayarak sahip çıkacağız.
Bu hayata düşman olanlar kendi küçük hayatlarına ancak kendilerini hapsedebilirler.
Aklımızı ve yüreğimizi asla….

27 Ekim 2009 Salı

CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN

Türk milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

Ne mutlu Türküm diyene!

Ankara, 29 Ekim 1933 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

18 Ekim 2009 Pazar

SEZON BALOSU BEACH PARKTAYDI


MERKEZ GENÇLİK SPOR KULÜBÜ
SEZON BALOSUNU BEACH PARK’TA YAPTI

KIZ BASKETBOL TAKIMININ ESKİ VE YENİ OYUNCULARI BİRARADA EĞLENDİLER..

Antalya Merkez gençlik Spor kulübü her yıl yaptığı sezon balosunu bu yıl Beach Park ÜST GEÇİT CAFE’de yaptı.
Sabah antrenmanından sonra Beach parka geçen sporcular Kulüp kurucu üyelerinden ve kulüp ikinci başkanı Dr.Çetin Özkan ile sohbet ederek kendilerini ve hayatı tanıma deneyimlerine bir yenisini eklediler.
Spor yapmanın bütün güzel yönlerini ve birlikte olmanın gücünü tartışan sporcular ile grup konuşmalarına devam etme konusunda ortak karar alındı.
Yemeklerini yiyen ve tartışan sporcuların bir kısmı velilerinin gözetiminde denize girerken bir kısmı parkta gezerek ve çimenlerin üzerinde dinlenerek sonbahara , yeni sezona merhaba dediler.
Antalya Merkez Gençlik Spor Kulübü bütün spor çalışmalarını ve sosyal etkinliklerinin giderlerini Kulüp destekçilerinden karşılıyor.
Amatör spor kulübü olmanın gereğinin bu olduğunu belirten Kulüp kurucularından ve Genel Sekreter Fatih Tonguç,” spor yapmak isteyen gençlerimizin bunun için para ödemesi bizi çok rahatsız ediyor. Amatör spor kulüpleri sporcularına spor yapma imkanı sağlamak ve onları geleceğe güçlü olarak hazırlamak için var olmalılar başka bir amaçları olamaz.” dedi.

BİZ BU DÜNYAYA AİT HERŞEYİ SEVİYORUZ










SOKAKTAKİ DOSTLARIMIZA SEVGİLERİMİZLE


ANTALYA MERKEZ GENÇLİK SPOR KULÜBÜ SPORCULARI “BENİ TERK ETME “ KAMPANYASINA KATILDILAR..

Hayvan hakları Derneği HAYTAP ve Konyaaltı Dostları Derneğinin birlikte başlattıkları “BENİ TERK ETME” projesine Antalya Büyükşehir belediyesinin destek vermesi , nostaljik tramvayında duyuru yapması hayvan dostları tarafından şükranla karşılanıyor. Bu projeye Büyükşehir belediyesinin gösterdiği duyarlılığın önemini vurgulamak için Antalya Merkez Gençlik Spor kulübü sporcuları proje duyurusu önünde buluşarak Antalyalıların dikkatini bir kez daha bu önemli projeye çekmeye çalıştılar.
Sezon Balolarına gitmek üzere bir araya gelen sporcular tramvay önünde resim çektirerek hayvan sevgilerini ve onlarla birlikte yaşamanın güzelliğini paylaştılar.
Kulüp Başkanı Reha İlhan, sporcuların hayata bakış açılarını geliştiren ,büyüten ve güçlendiren bu tür çalışmaların sivil toplum örgütleri tarafından paylaşılması işin en güzel yanı diyerek sporcularını kutladı.Antalya merkez Gençlik Yönetim Kurulu olarak bu projeye verdiği güçlü destek için de Büyük şehir belediye başkanı Mustafa Akaydın’a teşekkür eden Reha İlhan , “sporcularımız , sadece sevgi isteyen hayvanların önce sahiplenip sonra sokağa bırakılmalarının kötü bir davranış olduğunu ve insanların bunu yapmamaları gerektiğini düşünüyorlar.” Dedi…

16 Ekim 2009 Cuma

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü ÖZLEDİM

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


BEN ÇOK ÖZLEDİM

Hangimizin zamanı var ki?
Haldır huldur koşuyoruz…Yetişeceğimiz yer de… varsa öbür dünya…
Yoksa da canımız sağ olsun…
Koştuğumuzla kalsak önemi yok , ama öyle değil…
Nasıl olsa öbür dünya var sanrısı ile koşarken bu dünya ile ilgimizi kesiyoruz bu kötü.
Kendi hayatımızı yaşamıyor olsak neyse diyeceğim ama sevdiklerimiz ve bizi sevenlerin de hayatını eksiltiyoruz. İşte bu daha da kötü.
Sevdiğim bir fıkra vardır, Yahudi fıkrası…
Severim Yahudileri…zeki ve çalışkan insanlardır.
Hatırlamazsınız bile…Suriye,Mısır,Irak filan…hatta bütün Araplar bir oldu da saldırdılar dı İsrail’e….
Hepsi birden rezil oldular Dünya’ya…
Bu günler de sahte saldırı uyanıkları var…prim yapmaya çalışıyorlar…Ne zaman halkın desteği %20 ‘nin altına inse İsrail’e saldıranlardan söz ediyorum.
Konumuz O değil…belki sonra…
En çok özlediğim şey…Akıl….
Akıllı insanlarla birlikte çay içmenin doyurucu tadını çok özledim.
Aklını yaşam felsefesinin önüne koyan ve akıl gücü ile yüreğinin sıcaklığını hisseden insanlarla deniz kenarında yürümeyi özledim…
Dağlara çıkmayı….
Hayatın karşımıza çıkardığı tüm zorlukları akıl gücü ile algılayıp ortak akıl ile çözen insanı özledim…
Hayatın aslında her şey olduğunu bilen ve paylaşmanın çoğaltıcı güzelliğine inanan insanlarla olmayı özledim.
Kıvrım kıvrım yollarda doruklara tırmanmayı…
Her kıvrımın ardında yeni zorluklarla karşılaşmayı…
Her zorluğun aslında hayatın tadı olduğunu düşünmeyi.
Düşünmeyi….
Düşünen insanı özledim…

Bakırköy’de bir geniş bahçede….heykeli kaldı….

Bilginin….Bilgiye olan ilginin esas olduğu günleri özledim…

Bir Üniversite binasının ön yüzünde yazılı olarak kaldı…
Oysa hayatta en gerçek yol gösterici bilgi ve bilim di.

Ulemanın insafına kaldı….
Bilge insanı….bildiği tek şeyin hiç bir şey bilmediği gerçeği olduğunu bilen insanı özledim…
Özledim işte …Ne bileyim….?
Çok ta olmadı oysa….
7 yıl mı oldu ne?...
Nasıl da hızla yok oldu bilgi….akıl….insan yüreğinin sıcağı…
Özledim ….sizi bilmem ama ben çok özledim…

12 Ekim 2009 Pazartesi

ASLA SİNİRLENMEYECEĞİM

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


KAZANIR BUNLAR AĞABEYCİĞİM…!

Bu yazıyı yazarken asla sinirlenmeyeceğim…
Ama siz okurken gerilebilirsiniz.
Şimdiden uyarıyorum…sakin okuyun ..sakin olun…

“Abi kazanır bunlar yine…”
“İyi de , hoşta , haklısında..yine kazanır bunlar …”

Çünkü memleketi iyi yönetiyorlar…

Örneğin alıp alıp değiştirdikleri yönetim kararları harika..Açık , anlaşılır ve kolay uygulanır…
Minibüse bindiniz…cebinizden 1 lira kartınızdan 40 kuruş , maaşınızdan 5 kuruş ödeyeceksiniz.Ne Kadar kolay değil mi?
Diyelim ki bindiğiniz minibüsün şöförü otobüsün sahibi değil…sigortalı işçi…
O zaman cebinizden 1 lira 5 kuruş , kartınızdan 42 kuruş maaşınızdan 7 kuruş ödeyeceksiniz.
Eğer şöför 40 yaşın üzerindeyse….
Tamam minibüse değil de otobüse bindiniz…
Cebinizden 80 kuruş , kartınızdan 35 kuruş maaşınızdan 35 kuruş vereceksiniz.
Şöför İzmir doğumluysa cebinizden 1 lira kartınızdan 1 lira maaşınızdan 1 lira vereceksiniz.
Anladınız siz onu….
Tramvaya gelmeyelim….işin orası şimdiden çok korkutucu…

İşte bu açık , anlaşılır kolay uygulanır yönetim kararları nedeniyle ..” işi biliyor bunlar..yine kazanırlar.”
Dalga filan geçtiğimi sanmayın…
Çok ciddiyim…
Hastalandınız sağlık ocağına gittiniz…muayeneye şu kadar , reçeteye bu kadar…eczaneye şu kadar…maaşınızdan bu kadar…
Hastaneye gittiniz…cebinizden şu kadar…maaşınızdan bu kadar…
Fakülte hastanesine gittiniz…farklı…
Özel sağlık kurumuna girdiniz…Yandınız….
Oranıza bakarlarsa şu kadar…buranıza bakarlarsa bu kadar ödeyeceksiniz.
Doktor reçete yazarsa , şu kadarını doktora , bu kadarını hastaneye , bilmem ne kadarını eczaneye vereceksiniz…
Reçete yazan doktor yüzünüze bakarak reçete yazıyorsa şu kadar…yere bakarak yazıyorsa bu kadar…size dik dik bakıyorsa yandı gülüm keten helva….

Kazanır bunlar ağabeyciğim….Yine kazanır bunlar….
İşi biliyorlar…
Protokole bağlamayı , dolambaçlamayı…anlıyorlar bu işlerden…
Deveyi seviyorlar ağabeyciğim…
Anladınız siz onu…

3 Ekim 2009 Cumartesi

BU GÜN PAZAR...

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


BEN ASLINDA ÖZGÜRÜM

Bu gün Pazar….
Bu gün beni dışarı çıkardılar…

Güneşi …Mavi gök yüzünü…pamuk bulutları gördüm…

İnsanın içine hapis edebilirmisiniz insanı…?..

Deneyin O zaman…
Bakalım içinizde ki insanın ne kadarını sıkıştıracaksınız içinizde ….
Ne dış Dünya ile ne de Dünya da olanlarla ilgisi yok bu hikayenin…
Baskı…yasak….zorlama ile insan yan yana gelemez…
Genetiğimiz uygun değil buna…
Binlerce Dünya yılı boyunca en hızlı değişen…gelişen …farklılaşan canlı türüyüz.
Charles Robert Darwin düşmanınız değil sizin.
O bir insan…sizin gibi…değişimi , gelişimi yani evrimi algılayabilen bir akla sahipti…
Doğal seçilimi anladı ve anlattı.
Yasaklayın bakalım…
Çocuklarımız bilmesin Evrimi…
Duracak mı sanıyorsunuz…
Evrim…..bitecek mi?
Doğal seçilime ek olarak 20 .yüzyılda acımasızlaşan “sosyal ve ekonomik seçilim” siz bilmezseniz olmayacak mı?
Neden yok oldu koca koca imparatorluklar…
Ne oldu sultanlar sultanına…
Hayat hızla değişiyor…İnsan değiştiriyor hayatı…
Siz değişmediğini düşünseniz ne olacak.?
Sizin dışınızda değişecek…hepsi bu…
Sizi dışında bırakarak kendini yenileyecek…
Seçilenler arasında olmayacaksınız.
Siz aslında 21.yüzyılın insanları değilsiniz..Siz 21. yüzyılın insanlarının figüranı oldunuz.
Bu yüzden varsınız..Ama doğa , büyük birader , küresel ağabey dinlemez.
Siz aslında yoksunuz.
Ağırınıza giden de , sizi hırçınlaştırıp acı veren de bu gerçeği algılayacak kadar zekaya sahip olmanız…
Doğanın sizi süpüreceği delik sandığınızdan daha yakın ve derin…

Bu gün Pazar …Bu gün beni dışarı çıkardılar…

Siz kendi içinizde hapissiniz…
Ben dışarıda Özgür….

2 Ekim 2009 Cuma

BİZ ASLINDA BÜYÜYORUZ

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


HAKLISINIZ UYUYORUZ…


Kötü niyetlisiniz ya…Uyuduğumuzu söylüyorum sandınız.

Hiç de bile Uyumuyoruz…sadece derin bir hipnozun etkisindeyiz.
Biz 7 yıldır Avrupa Birliğine uyuyoruz…
Acayip uyuyoruz….
Farkında değilsiniz çünkü uyuyoruz…
Adamlar bireysel hak ve özgürlükler üzerine yüzyıl süren savaşlar yaptı.
Bir birlerinin kanını öyle döktüler ki Akdeniz kızıl deniz olabilirdi..
Sonra dinin kiliseden dışarı başını uzatmasının yanlış olduğunu anladılar…
Yine kanlarını döke döke bir birlerine anlattılar.
Sonuçta anladı adamlar…
Bireysel özgürlük ve insan olma hakları bildirgeye bağlandı ve imzalandı.
Biz de imzaladık…
Bildirge filan bizi kesmediği için biz ancak uydurularak uyabiliriz dedik.
İşte yedi yıldır acayip uyuyoruz….
Oramızı buramızı ama en çok ta farklılıklarımızı konuşarak uyuyoruz.
İnsan olduğumuzu , bir ülkü ve ülkeye ait olduğumuzu , ortak geçmişimiz ve geleceğimiz olduğunu unutarak uyuyoruz.
Bütün eğitim anlayışımızı değiştiriyoruz.
Sabahçı , öğlenci sistemini değiştirmiyoruz ama ders sayısını arttırabiliyoruz.
Çocuklarımızın spor yapmalarını engellemek için yaptıklarımız yetmiyor , beden eğitimi derslerini kaldırıyoruz.
Haritamızı başkaları çizip gönderiyor bize.
Farkında bile değiliz çünkü uyuyoruz.
Bundan sonra Üniversitelere sadece İmam hatip lisesinde okuyanlar gidebilecek..
En güzel uyumu bu noktada yakalıyoruz.
Bina , öğretmen , para , sistem hepsi imam hatip liseleri için.
Diğerleri ikili eğitime devam…
Öğretmensiz , parasız ,yazın sıcak , kışın soğuk , yağmur yağdı kar düştü diye okulları tatil ederek Avrupa’ya uyuyoruz.
Ama kesinlikle uyuyoruz…
Hiç şüphesiz ki uyuyoruz…

Mustafa Kemal Atatürk’ün 10 yılda başardığını ,70 yıldır yok ederek uyuyoruz.
Olabilir bu günkü tercihimiz bu olabilir..
Muhtemelen ilk seçimde yönümüzü bulacağız…
Acelesi olanların paniği de bu yüzden zaten.
Benim sakinliğim de bu yüzden.
İşte şimdi uyduk..uyuyoruz filan derken…..
Biz aslında büyüyoruz…

30 Eylül 2009 Çarşamba

OLMAYACAK İŞLER YAZISI

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


UPPSS


Türkçede UPPSS sözcüğü şunu anlatır.
Antalya Büyükşehir Belediyesi Deniz Otobüsleri Projesi…

Antalya 2500 yıllık bir kent.
Meteorolojik , jeofizik , jeodezik , statik ,istatistik ve jeopolitik ölçümleri olan bir kent.
Deniz suyu sıcaklığı , akarsu rejimleri , yağmur ölçümleri , rüzgar yönleri ve şiddetleri bilinen bir kent.

Şimdi siz bana inanmazsınız..Muhittin Böceğe sorun…
Arapsuyu deresinin 500 yıllık debi ölçümleri var.
Devlet Su İşleri Bölge Müdürlüğünde.
Belediye arşivlerinde…
Yağmur mevsiminde ne kadar su taşıdığı ve sedde genişliğinin en az ne kadar olması gerektiği ilgili bütün kurumlar tarafından biliniyor.
Buna rağmen derenin islahında sedde genişliği düşürüldü.
Köprü ayakları birbirine yaklaştırıldı ve köprü yükseltilmedi.

İspanyol tramvayı daracık yollardan geçirildi..
Yaya trafiği , lastik tekerlek trafiği yok sayıldı…
Manyetik alan ölçümleri dikkate alınmadı…
Yürürse…yürüyebilirse bir dert , yürümezse başka bir dert…

Antalya körfezinin hakim rüzgar yönleri ve şiddetleri Meteoroloji Müdürlüğünde var.
Deniz Ticaret Odası’nın bu konuda incelemesi bulunuyor...
Büyükşehir Belediyesi de Antalya Valiliği de bu ölçümler üzerinde analizlerini yapıp raporlarını verdi.
Antalya Deniz ulaşımı , yan rüzgarlar ve taşınacak yolcu kapasitesi uyuşmazlığı nedeniyle verimsiz bulundu.
Yolcuların deniz ulaşımı tercihleri yok denecek düzeyde.
Yan rüzgarlar küçük teknelerin çalışmasını zorluyor.
Menderes Türel ve ekibi…
Bir değil iki ihale yaparak Antalya’ya zorla deniz otobüsü kazandırdılar.
Birinci ihale rüşvet dolandırıcılık ve görevi kötüye kullanma suçlamaları ile yargı önündeyken…
İkinci ihale yapılıp birinci ihale bedelinin iki katı paraya bağlandı.
3 teknenin birisi de limana bağlandı.
Mustafa Akaydın bu tekneye bakıp bakıp ağlayabilir.
Belediye bütçesi kadar değeri olan bu tekne ile ne yapacağını kara kara düşünüyor da olabilir.
Ekibinde ki bazı kişilerin bulduğu çözüm ise muhteşem….
VİP teknesi yapalım….binip binip gezelim…..
UPPSS…..

27 Eylül 2009 Pazar

DİLİMİ ÇOK SEVİYORUM

KÖŞE TAŞI REHA İLHAN


DİLİMİ SEVEYİM…

İnsanın kendini ifade edebilmesi ne çok şeyi çözmüştür bir bilseniz.
Uygarlığın , bir insanın yaşadıklarını ve düşündüklerini bir diğerine anlatması ile oluştuğunu bir anlasanız.
Dünün , bu günün ve yarının aslında bir anlatım bütünü olduğunu kavrasanız.
Hayatı ve hayata dair olanı hemencecik çözersiniz.
İşte burası herkes için çok önemli.
Hayatı ve hayata dair olan her şeyi kendi kendinize çözerseniz birileri rahatsız oluyor.
Onlar hayatı sizin adınıza anlayıp sizi yöneteceklerini , sizin üstünüzde ve size hakim olacaklarını bilen insanlar.
Onlara kızmıyorum.
Dilini kullanmayan , kullanamayan insanlar beni daha çok ilgilendiriyor.
Bu köşenin var olmasının bir nedeni de dilimi seviyor olmam.
O’nu seviyor ve kullanabiliyor olmam.
Bundan büyük bir keyif alıyor olmam.
Kendimi ifade edebilirken hayatı ve hayata dair olan her şeyi anlayabiliyor olmam.
Bunu yaparken sadece kendi dilimi değil , güzel ülkemin bana sağladığı imkanlarla öğrendiğim diğer bir dili de kullanıyorum.
Bundan da mutlu oluyorum.
İşin özü ; bağımsız , özgür ve gelişen insan , dil bilgisi ile oluşuyor.
Osmanlının çöküş süreci , yok oluş süreci arap dilinin saraya hakim olmasına karşın Anadolunun Türkçede ısrarı ile olmuştur.
Saray başka telden çalarken ,O’nu anlamayan insanlarla ortak geleceğini de kaybetmiştir.
Ulema dedikleri her şeyi herkes adına bildiğini iddia eden Arapça bilenlerdi.
Halk ne konuşabiliyor, ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu.
Anadil diye bir şeyin olmaması ülkeyi yönetmek isteyenlerin Arapça, yönetilenlerin Türkçe konuşuyor olması ortada bir yönetimin olmaması anlamına geliyordu.
Mustafa Kemal bu çözülmüş yapıyı , üzerinde çok çalışılan bir devrim ile düzeltti.
Kurtuluşumuz ve kuruluşumuzdan 5 yıl sonraydı… Dil bilgisi öğretmeni İbrahim Necmi Dilmen’den dil dersleri alarak ilk Türkçe metnini 1928 yılında 4 ağustos ta gece yarısı Başbakan İsmet İnönü’ye yazdı.


"Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum."

İşte O gün bu gündür dilimizi geliştirebiliyor günün gereklerine uygun olarak zenginleştiriyoruz.
İnsanları bir arada tutan neye tapındıkları değil birbirleri ile anlaştıkları dildir.
Bu yüzden bu gün saldırı altında olan değerlerimizden birisi de dilimizdir.
Ben dilimi ve bu dili kullanan insanları bir başka güzel gözle görüyorum..
Ben Türkçeyi çok seviyorum…
Dil bayramımız kutlu olsun…