8 Mart 2012 Perşembe

RÖPORTAJ 4

KÖY ENSTİTÜLÜ AYŞE ÖĞRETMEN…
ÜLKEYİ VE İNSANLARI SEVMEKLE BAŞLAR HERŞEY..

Köy enstitülerinin ilk mezunlarından Ayşe öğretmen ile görüşmek için çok bekledim.Rahatsızdı..Sonra günler hızla geçti.İyileşti…Yaklaşık bir yıldır görüşmeyi planladığım Ayşe öğretmenden haber geldi..Perşembe günü öğle yemeğine bekliyordu beni…. Daveti sevinerek kabul ettiğimi söyleyip telefonu kapattığımda yüreğimin daha hızlı çarptığını fark ettim…Ben O’nu ilk kez karşılaşacağım köy enstitülü bir kadın öğretmen olarak merak ederken , O’da beni merak ediyormuş.Kim bu benimle görüşmek isteyen gazeteci diye…Seksenli yaşların ortalarında , bembeyaz olmuş gür saçları düzgün kesilmiş , bakımlı bir kadındı Ayşe Boztepe ...Beni merak etmişti çünkü O’na merak etmeyi , sormayı , sorgulamayı ve cevapları bulmayı öğretmişlerdi.Beni kapıda oğlu karşıladı.Sonra salona geçtik.Düzgün , temiz ve yaşaması kolay bir ev düzeni vardı.Neyin nerede duracağı incelikle düşünülmüş gibiydi.”Yemek hazır oturalım “dedi.Bu arada beni süzdüğünü ve gerçekte neyi aradığımı anlamaya çalıştığını fark ettim.Çorba , türlü ve çoban salatasından oluşan lezzetli yemekleri yedik.Yemek yerken anlatmaya başladığı hikayesini Çay servisinden önce yarılamıştı neredeyse.Anlaşılan öğretmen olma hikayesini bana anlatabileceğine karar vermişti…Bembeyaz saçları , hayata yeni başlamış kadar canlı bakışları ile düzgün cümlelerle anlatıyordu ilk okul günlerini…
“ Mustafa kemal Atatürk öldüğünde ikinci sınıftaydım.O zamanlar O’nu çok tanımıyorduk.Öğretmenimiz sınıfa her zamankinden geç geldiğinde yüzünden kötü bir şeyler olduğunu anlamıştık.Bize çocuklar size kötü bir haberim var diyerek Atatürk’ün öldüğünü söyledi.Köy enstitüsünde tanıdım O’nu..Atatürk’ü…Bizim için , ülkemiz için yaptıklarını .Bizim için kurduğu devletin okulunda hayata hazırlanmış , Her birimiz yaşadığımız yere öğretmen olarak dönmüştük.. Bütün yoklukların ortasında tam donanımlı , üretken birer birey yetiştirmişti O’nun kurduğu sistem.O bütün kalbimizle sevdiğimiz bir insandı artık.O’nu anlıyor ve O’nun izinden yürümeye ant içiyorduk.Hepimiz böyleydik.Atatürk benim yüreğime öyle işlemiş ki , kimse söküp alamaz O’nu benden.”
HEPİMİZ ÇOK YOKSULDUK..
“Köyümüz çok yoksuldu.Susuz tarlalarda buğday filan yetiştirilirdi.Oraları bilir misiniz bilmem , Demre… Bizim köyümüzde üç tane ağaç vardı.Biri Palmiye , biri kavak üçüncüsünü hatırlamıyorum..Kavak dibi , ağaç dibi denirdi.Her yer kuru ovaydı.Annem çok zeki bir kadındı.Köyde ilk domates patlıcan filan gibi sebzeleri o yetiştirdi.Bilerek filan değil ,ben domatesin sırığa bağlanması gerektiğini Köy enstitüsünde öğrendim..Aslında orada her şeyi öğrettiler bize..”
“ Peki ..en başından başlayayım…Hatırlamaz olur muyum hiç…İlk okul dördüncü sınıftaydım Öğretmenimiz Mustafa öğretmen benimle konuştu.İşte böyle bir okul var gitmek ister misin dedi bana.Küçüğüm daha ,köyümden başka bir yer bilmiyorum.Bana bir soru sorarlar da bilemezsem diye düşündüm..Çocukluk işte..”okulu bitireyim giderim “dedim..Mustafa Celeboğlu..Mustafa öğretmen bunu unutmamış , oysa ben unutmuş gitmiştim.Okulu bitirince “Kızım “dedi bana “ akşam anneni al bize gelin onunla konuşalım”.dedi.Akşam evlerine gittik..Anneme köy enstitüsünü anlattı.Her şeyi devlet karşılayacaktı ama eğer öğrenci başarısız olursa yediği ekmeklerin parasını aileden geri isteyecekti.Şart buydu.Dedim ya annem zeki bir kadındı.Olur niye olmasın dedi.Akşam babasıyla konuşayım biz size haber veririz dedi.öğretmenime..Akşam babam da kabul etti ..Öğretmene sorduk nasıl gideceğiz diye..Yol yok, iz yok..İşte yukarı Beymelekten Finike’ye inersiniz dedi öğretmen.Vapurun gününü zamanını söyledi.Sonra adresi verdi..Aksu öğretmen okulu karanlık sokak Antalya…Verdiği adres buydu..Annem birkaç çamaşırımı hazırladı bir elbise filan.Bavul arandı etraftan.Halamdan bir tahta bavul getirdiler..Ceviz ağacından yapılmış..Kendisi içindekilerden ağır.Babam Bavulu eşeğin bir yanına bağladı ,diğer yanına da saman filan asarız dedi..Aslında bavul olmasa biz eşeksiz filan yürüyerek gideceğiz..İyi de Finike de eşeği kime bırakacağız diye epey düşündü babam.Aklımıza “lokumcu amca” geldi.Parmak gibi şekerli şeyler yapıp satan bir amca vardı lokumcu amca derdik.O Finike’ye yerleşmişti, Suculuk yapıyordu..Eşekleri vardı.babam Eşeğimizi O’na bırakmaya karar verdi.Eşek önde biz arkada yola çıktık.Demre’nin üstünde koca bir dağ vardır.Onu aşarak Finike’ye gidiyordu yol..Yukarı Beymelek’ e kadar çıktık..Akşam orada bir akrabamızın evinde kaldık.Sabah çok erkenden tekrar yola çıktık.Saat 10’00 da Finike’den kalkacak Antalya vapuruna yetişmeliydik.Yetiştikte..Ama Antalya bir türlü gelmek bilmedi.Altı saat mi sürdü sekiz saat mi hatırlamıyorum..Antalya limanına çıktığımız da limanda ki pınardan su dolduran bir adama Aksu öğretmen okulu Karanlık sokak diye sordu babam.Adam eşeği ile su satıyordu.Beni takip edin yukarıda tekrar sorarsınız dedi.Adam önde “suuucuu” diye bağırarak gidiyor eşeğinde tenekelerde sular , biz de arkasından tepenin oraya çıktık..Babam çok yorulduk gel bir çay içelim sonra sorarız dedi.Tepede ki kahveye girdik.Masada otururken yanımıza bir adam geldi.Yabancısınız her halde dedi.Babam evet deyince beni gösterip kim bu dedi.Babam da kızım Aksu Öğretmen okuluna gidecek karanlık sokağı biliyor musun dedi.Adam boş ver okulu filan sen O’nu bana ver ben daha iyi bakarım deyince babam yerinden bir fırladı adamı dövecek , ceketine asıldım zor durdurdum.Çok kızmıştı..Okkalı bir küfür etti adama..Adam kaçtı gitti.Oradakiler bize kulenin dibinde beklememizi Ali amca diye birinin paytonu ile geleceğini söylediler..Gittik bekledik , gerçekten de biraz sonra eski püskü bir payton geldi .Yaşlıca bir adam yavaştan deeh diyor filan..Tamam dedi burada bekleyin işim bitince döneceğim Aksu’ya…Sonra işte tıngır mıngır,, deeh filan Aksu’ya geldik..Babam beni okula götürdü.Müdür karşıladı bizi..Tamam dedi..Büyük ablalar geldiler beni aldılar..Okulun üstünde tepede taş binaya götürdüler.Kızlar yurdu orasıydı.Terzihane filan hep oradaydı.Okula başlamam böyle oldu işte..”
GÖMLEK DİKİŞİNDE DE BİRİNCİYDİM..

“ Okulu çok sevdim..Çok çalışırdım..Derslerimin hepsi çok iyiydi..Toplum bilim , jeoloji , zooteknik, psikoloji , pedagoji her şeyi gördük..Kitaplarımız çok kalındı…İki cilt kalın kalın ders kitapları okurduk..Bir hafta ders, bir hafta işlik…Hepimiz tulum giyerdik.Önde iki kocaman cebi olan tulumlar..Kumaş Ankara’dan gelirdi biz dikerdik.Her şeyimizi kendimiz yapardık.Ben günde 25 gömlek dikerdim..Erkek öğrencilerin gömleklerini de biz dikerdik.Antalya Kız enstitüsünün perdelerini ben dokudum.Dedim ya derslerim de çok iyiydi.Müdür beni çağırdı , Ankara’ya Yüksek Teknik Meslek Okuluna sınavsız girebileceğimi söyledi ama ben istemedim.Okulu ve bize öğretilenleri seviyordum..Ankara benim için çok uzaktı..Okulda kaldım..Bütün çocuk hastalıklarını , bütün hayvan hastalıklarını ve tedavilerini öğrendik.Hatta bir öğretmen tayin olduğu köyde ayağında ki bir türlü iyileşmeyen yarayı gösteren köylünün yarasına tentürdiyot sürüp iyileştirince köyün doktoru da O olmuş diye anlatırlardı bize.Öyleydi de..Ben mezun olunca……”
ON ALTI KIZDAN SADECE İKİSİ …

“ Değil tabii..hiç te öyle kolay mezun olunmuyordu..benim dönemimde 16 kız öğrenci vardı sadece 2 kişi mezun olduk..Erkeklerden de 14 kişi mezun oldu..Diğerleri bütünlemeye kalmıştı.Müdürümüz bizi karşısına dizdi..Mezun olduğumuzu artık öğretmen olduğumuzu söyleyerek nerede çalışmak istediğimizi sordu…Hepimiz yaşadığımız yerden başka yer bilmiyorduk..Ben Demre dedim..Diğer kız Muğla’dan gelmişti O’da Muğla dedi..Tamam dedi müdür..Vapur zamanı bizi Antalya’ya getirip vapura bindirdiler..Haziran ayıydı..Ekim ayında Demre ilk okulundan çağırdılar..Görev emrim gelmişti..O yıl dördüncü sınıfları eğittim..Sonra hep birinci sınıfları verdiler bana..Birinci sınıfları okutmak eğitimin en zor görevidir.On bir yıl Demre ilk okulunda birinci sınıfları okuttum..Yol yoktu..Araba yoktu..Çocuklar çevre köylerden gelirdi.Ayakkabıları yoktu..Üstleri başları eskiydi.Çoğu zaman sırılsıklam gelirlerdi okula..Bir tane soba vardı okulda..Etrafında toplanır kururlardı..Ne kalemleri vardı ne defterleri…Bir kurşun kalemi ortadan kırıp iki kalem yapardım..Bütün gece oturur kartonlara okuma fişleri yazardım..Zarflardım Çocuklara verirdim..İki gün sonra kaybederler yırtılır hadi yine yazardım..Harita filan yoktu..Kocaman bir karton buldum Harita çizdim üzerine..İl haritasını da başka bir kartona..Bize her şeyi yapabileceğimiz öğretilmişti..Yaptık ta…Ben İpek böceği yetiştirdim.Kozasını eğirdim.Dokudum ve kendime çeyizlik diktim..Okulda iki kız öğrenciye bir inek vermişlerdi..İneğin sütünü sağıp mutfağa teslim ederdik.Ben yapamazdım..Hep diğer arkadaşım sağdı İneği..İşte bir bunu yapamadım..Diğer her şeyi yaptım..Cumartesileri eğlence günümüzdü..Pazar günü çevre gezisine çıkardık.Herkes bir taş seçer okula getirirdik..Her şeyi hep beraber yapardık çok disiplin vardı..Her kes kaldırabileceği büyüklükte bir taş seçer okula dönerdik.Erkekler o taşlarla okula ek binalar yapardı..Kadın öğretmenler bizimle kalırdı.Hepimizi yatırır sonra kendi odalarına giderlerdi.Hepimiz kardeş ve arkadaştık..Hiç bir sıkıntı hiçbir sorun yaşamadık..Her şey çok düzgün ve disiplinli bir şekilde yapılırdı.Bize öğretilen şuydu ; Çocukları sevmeden öğretmenlik yapılmaz..Sevgi bütün çocukların ihtiyaç duyduğu ilk şeydir.Sevgi gösterdiğin çocuk başarılı olur..”
NİYE KAPATTILAR ANLAMADIM..
Şimdi ki öğretmenlere bir şey diyemiyorum..Demeyeyim de zaten..Zaman çok değişti.Her şey çok farklı..Ama çocukların sevgiye olan ihtiyaçları değişmedi..Bütün çocukların sevilmeye ,sevgiye ihtiyacı var..Bunu unutmasınlar yeter..”

Ayşe öğretmen durup bana baktı ve “işte böyle” dedi.O her şeyi yapabilen güçlü karakterinin alçak gönüllülüğünde “ işte böyle” dedi..
Şimdi ki öğretmenlerin işi , sanki daha zormuş gibiydi..Her şey vardı…Okul ve eğitim için gereken her şey vardı…Ama işleri , hiçbir şeyleri olmayan , yürekleri ülke ve insan sevgisi ile dolu Ayşe öğretmenlerden daha zordu..
Kalemini ikiye bölerek paylaşan , ekmeğini , bilgisini en önemlisi sevgisini paylaşmayı bilen Ayşe öğretmenler için her şey şimdikinden çok daha kolaydı..
“Neden kapattılar Köy enstitülerini hiç anlamadım” dedi çıkarken….
Neden kapattıklarını hiç anlamadım…
Cevabı içinde olan bu cümle O’nu ve onun gibileri de , birilerinin Köy enstitülerini neden kapattıklarını da açıklıyordu aslında…
Başım önümde yürüdüm bir süre…
Sanki Köy enstitülerini kapatan benmişim gibi bir suçluluk duygusu vardı içimde…
Ama biliyorum ki Ayşe öğretmenler hep var..Hepte olacak…
Birileri istemese de …Birileri okulları kapatsa da…

röportaj 3

AMATÖR SPORA CAN VERENLER…
REHA İLHAN

Uzun sayılabilecek bir kısa mesaj ile başladı her şey.Yer ,saat , gün verip , heyecan vaat eden bir telefon mesajı…
Amatör spor ruhu ile yüklü bir mesajın sizi nerelere götürebileceğini hiçbir zaman tahmin edemezsiniz.
Sizler daha önce pazar günü sabah saat 10 da başlayacak olan bir futbol maçına davet edildiniz mi bilmem ama bu benim seçtiğim hayat içerisinde oldukça olağan ..
On üç yaşındaki çocukların oynayacağı bu futbol maçının önemi gurubun iki iddialı takımının karşı karşıya gelecek olmasıydı.
Ama bana gönderilen mesajın bence daha önemli tarafı spor yapan çocukları kadar sporu sahiplenen ve destekleyen anne babalardan gelmiş olmasıydı.
Mesajı bana gönderen babaya , bir diğeri eklenip “mesajımızı aldınız mı?” diye soruyor.

Bu babalar bir başka..İnternete girip ‘Google map’ten maçın oynanacağı stadyumun haritasını indiriyor ve yeri bilemeyenlere fakslıyorlar..Harita üzerinde gerekli yön ve yol bilgileri işaretlenerek hem de..
İşte bu kadar istekle ve güçle bağlanılan şey sizin sadece “ amatör spor” dediğiniz şey.
Herkes amatör…Anneler hariç…Onlar hazırladıkları nefis pastalar , kekler ve böreklerle birer profesyoneller.Üstelik gide gele futbolun inceliklerini bile çözmüşler..Hakemin pozisyonlara uzak kalması , ya da düdüğünü biraz geç çalması dikkatlerinden kaçmıyor.Hele “offside” düdükleri…inanılmazlar..
Galiba biraz acele ettim ..Henüz maç başlamamalı..Sabah saat kaçta nerede buluşacağımızı kararlaştırdığım arkadaşımla ve bizi arabası ile “Mustafa Çetinkaya “stadyumuna götüren dostumuz ile yolda en ayıp şakaları yaparak kendimizi maçın heyecanına hazırlıyoruz.
Aracımızı park edip sahaya geldiğimizde , takımların soyunma odalarından hocalarının sesleri geliyor.Belli ki maç öncesi son konuşmaları yapıyorlar.
Tribünlerde on beş kişi kadar seyirci var.
Uzaktan el sallayan ve bizi yanlarına çağıran gurup beni maça davet eden kişilerden oluşuyor.. Şakalaşarak gülüşerek selamlaşıyoruz.Orta saha çizgisinin olduğu bölüme yani tribünlerin en güzel yerine oturuyoruz.Kimisi minder getirmiş , ama biz gazete serip oturuyoruz yerimize..Anneler , babalar ,tanıyorum, bazıları abla , amca, dayı filan hepsi heyecanlı..Arkamda oturan Ercan Boztepe , Can’ın babası yerinde duramıyor.Cebinden çıkardığı kağıdı uzatıyor bana Can’ın takımının yer aldığı gurubun maçlarının dökümünü yapmış.Oynanan altı maçın sonucu.Takımların puan durumu ve biraz sonra kozlarını paylaşacak olan iki takımın önce ki maçlarının skorları yazıyor.Rakip kağıt üzerinde çok daha başarılı görünüyor.Takımlar sessizce sahaya çıkıyorlar.Can’ın takımının antrenörü rakip takımın hocasına kıyasla daha sakin.Çocukları ısınma çalışmasına başlatıyor.Diğer hoca heyecanlı.Soyunma odasında ki konuşmasını tamamlayamamış gibi sporcuları ile konuşmaya devam ediyor.Tribünde bütün bu detaylar anneler ve babalar tarafından görülüp değerlendiriliyor.12 – 13 yaşında ki çocukların heyecanı tribünde giderek büyüyor.Herkes biliyor ki maçı kazanan gurup birincisi olacak.Küçücük yüreklerin kocaman sesleri duyulacak kadar derin ve kısa bir sessizlik oluyor …ve hakemin düdüğü ile maç başlıyor..
Hay Allah Can her zamanki yerinde değil.Hocası onu sol açığa almış.İlk on dakika heyecanla yapılan bu yorumlarla geçiyor.Her iki takımda çok dikkatli..Ama en dikkatli olanlar tribünde oturan anne ve babalar..Sonra maç hızlanıyor.Tribünden yükselen destek sesleri birleşip tezahürata dönüşüyor..Saha da bu seslerle tempolarını arttıran tabii ki Can’ın takımı oluyor.Bu organize tempoya şaşırıp , dönüp tribünlere bakıyorum..Neredeyse dolmak üzere.Her gelen aile önce gelenler tarafından tezahüratla karşılanıyor.Yerleri ayrılmış..Bunun önemini biraz sonra çay ve pasta servisi başlayınca anlıyorum..Herkesin yeri maça getireceği şeye göre ayarlanmış.Çaylar plastik bardaklarda elden ele geçiyor.Arkasından geniş bir sepet içinde kurabiyeler, arkasından cevizli kek.Şekeri az olmuş diyene şeker uzatılıyor.İçimizde sahada ki maç da giderek ısınıyor.Can’ın takımı rakip sahada daha fazla oynamaya başlıyor.İlk çay kazası direkte patlayan topun dışarı çıkması üzerine yaşanıyor.Tribünde yiyecek servisi duruyor.Artık hepimiz maça odaklanıyoruz.Orta sahada sıkışan top Can’ın önüne düşüyor.Can’ın vuruşu rakibe çarpıp 9 numaralı arkadaşına sekiyor..Güzel bir sol vole ile top ağlara gidince en çok biz seviniyoruz.Yorumlar daha bir uzmanlaşıyor.İkinci bardak çaylar ve yeni pasta servisi yapılıyor.Rakip biraz daha istekli oynamaya başlıyor ama Can ve arkadaşları topu orta sahada tutmayı başarıyor.İşte hepimizi üzen an O anda yaşanıyor..Maçta ki birkaç hakem hatası ağır bir cezaya dönüşüyor.. Bir sarı kart ve arkasından ikinci ve kırmızı kartla savunmanın en iyi oyuncusu atılınca tribün hakeme karşı duygularını açıkça dile getiriyor.Sinirler geriliyor.İlk yarı tamamlandığında hepimiz ayağa kalkıp sahadaki mücadeleyi gerçekleştiren çocuklarımızı alkışlıyoruz.Ama tribün desteği ağırlıklı olarak Can’lardan yana..Organize olmanın , bir araya gelip , güçlerini birleştirmenin tadını çıkaran 50 – 60 kişilik bir seyirci gurubuyuz artık.Can’ın dedesi ve babaannesi de geldi.Tezahüratlarla oturdular yerlerine..Can’ın kardeşi Caner önümde oturuyor.Sporcular sahanın karşı tarafında yedek kulübesi önünde yere oturmuş , hocalarının ikinci yarı için verdikleri taktikleri dinliyorlar.İkinci yarı başladığında hepimiz çok gerginiz.Ve yine hepimiz maçın rakip takım lehine döneceğinden eminiz.Oyun Can’ların yarı alanına yıkılıyor.Hay Allah Can yine sol açıkta ..Oysa hocanın onu orta sahaya alacağından çok emindik.Rakip oyucular geride olmanın verdiği heyecanla çok gerginler.Bir iki önemli pozisyonda topu ıskalayınca , savunmadan dönen uzun bir top rakip savunmanın arkasına düşüyor ve 9 numaralı oyuncu hızla koşup kalecinin yanından topu ağlara gönderiyor..Hepimiz ayaktayız..Artık diğer oyuncularında adını biliyoruz..Golü atan Enver büyük alkış alıyor..On kişi kalmalarına rağmen gol atabilen takımın da güveni yerine geliyor.Artık rakip ataklar daha güçlü geri çevriliyor.Uzun toplarla rakip kaleye daha fazla yaklaşılıyor…İkisi kafa vuruşundan üç top daha direkten döndüğünde artık hepimiz maçı Can’ların alacağından eminiz.Rakip takımın oyundan düşmesi ile , Enver yine gücünü gösteriyor, orta sahadan aldığı topla iki savunma oyuncusunun arasından geçip güzel bir vuruşla kalecinin üstünden üçüncü golü atınca hepimiz bir birbirimize sarılıyoruz..Sahadaki oyuncularda öyle..Yedek kulübesinden fırlayan arkadaşları ve hocaları ile saha kenarında bir öbek oluşturuyorlar.Rakip takım çöküyor.Artık tribünler daha rahat ve daha canlı..Maçın dördüncü golü son on dakikada oyuna giren yedek oyuncudan gelince artık sahada izlenecek pek bir şey kalmıyor..İki hoca da sonucu kabullenerek oyuncularını değiştiriyorlar.Amaçları bütün sporcuların oynaması…Ve maç bitiyor….Her iki takım ortada bir birini kutluyorlar..Sonrasında Can ve arkadaşları el ele tutuşup tribüne doğru koşuyorlar..Hepimiz ayakta karşılıyoruz onları..Alkışlar bağırışlar şakalar birine giriyor.Kimse bir diğerinin ne dediğini duymuyor . Ama herkes bir şeyler söylüyor..Çocuklar başarmanın mutluluğunu anne ve babaları ile paylaşıyorlar..Sonra hocaları gelip onlara katılıyorlar bir kez daha selamlıyorlar anneleri…Babaları…
Her şey uzunca bir kısa mesaj ile başlamıştı…
Bir pazar sabahını , çocukları ile birlikte olan, amatör sporun güzelliğini onlarla birlikte yaşayan bu güzel insanlarla geçiriyorum..Çocuklarının soyunma odasından çıkmasını beklerken el sıkışarak ayrılıyorum onlardan…Antalya Amatör Spor Kulüpleri Federasyonu Genel Başkanı Metin Bulut ile Amatör evinde buluşacağız..Bu yıl yapacağımız ulusal ve uluslar arası turnuvaları konuşacağız…Can ve arkadaşları Can’ın babasının daveti üzerine birlikte yemek yemeye gidiyorlar..Ben ve Metin Bulut , çay içip sporun gelişmesi için yapmamız gerekenleri belirliyoruz…
Amatör olmak ve amatör kalmanın güzelliğini paylaşıyoruz onunla…
Amatör spora gönüllerini veren , güçlerini veren , Can’larını veren anneler , babalar için neler yapabileceğimizi konuşuyoruz…
Galiba , ne yaparsak yapalım , onların yaptığından fazlasını yapamayacağız…

röportaj 2

ERTEN’LERİN ANTALYA’SI?
Bu gün günlerden ne?..Dışarıda hava nasıl? Peki ya sizin havanız nasıl?...Benim yanıtlarını asla bilemeyeceğim sorular bunlar.
Üstelik bütün bu yanıtların , sizin bu yazıyı okumanız ya da okumamanız üzerinde dolaylı etkisi var.
İşte bu yüzden sizinle yazının başında bir şeyleri paylaşmalıyım...
Olabilir, bu upuzun görünen küçücük harflerle dizilmiş yazıyı okuma sabrına sahip olamayabilirsiniz.Sizden istediğim gazetenizin bu sayısını bir yere kaldırın.Baş ucu kitaplarınızın arasında da durabilir.Bu yazıyı şimdi olmayacaksa , kendinizi zaman makinesinin kapısını kapatıp , “geçmiş “düğmesine basmaya hazır hissettiğinizde okursunuz.
Cemil Cahit Sönmez , Fikri Erten’in oğlu ile konuşmak ister misin ?” diye sorduğunda , “ çok sevinirim” dedim.Benim için yüz yıl öncesi ile randevulaşmak gibiydi.Antalya’nın yüzyıl önceki günlerine gitmek, Sadettin Erten ile babası Süleyman Fikri Erten’in Antalya’sını konuşmak benim için büyük bir anlam ifade ediyordu.
İki yıldır üzerinde çalıştığım ve “Antalya hikayeleri projesi “ adını verdiğim kitap çalışmalarımda beni kendine çeken , çok güçlü bir kişilikti Fikri Erten.
Antalya’nın hangi zamanına ve neresine gidersem gideyim hep Onunla buluşuyordum.O’nun beni görmediği , hiç konuşmadan ama göz göze geldiğimiz zamanda yolculuklardı bu anlar.Bu gün “Tarihi Antalya “olarak gördüğümüz her şeyde O’nun izi vardı.Sonunda Antalya’nın geçmişine gittiğim her seferde göz göze geldiğimiz bu “çılgın , bıçkın” adamın konuşmalarını duyabilecektim.
Cumhuriyet meydanından batıya doğru yürürken kendimi zamanda yolculuk yapmaya hazırlamıştım.Kapsüle biner gibi bindim apartmanda ki asansöre.Yedi kat yukarıda başka bir zamana çıktık.Kapıda karşıladı bizi Sadettin Erten.Önce Cemil Cahit Sönmez, sonra ben öptük elini.Güçlü elleri ile sıktı elimizi.Ziyaretimizden çok memnun olmuştu.Mütevazi evinin salonunda , bir asır öncesinin Antalya’sını konuşmaya başladık.
GEÇMİŞTE ÇOCUK OLMAK
“Bizler artık antik eseriz” diye başladı söze Sadettin Erten.1922 yılında doğmuştu.O zamanlar farkında değildi ama babasının Antalya’sını yaşamıştı.Beş çocuklu bir ailenin en küçüğüydü.Fikri Erten 50’li yaşlarındaydı O doğduğunda.Antalya için mücadele eden babasını pek anlamamıştı.İlk gençlik yıllarında da İstanbul kuleliye gitmiş , çok sonraları 1956 yılında Ankara’da babasını yanına almıştı.O günlerin içinden süzüp hatırladıkları bile benim için çok değerliydi..
Hep birlikte 1935 yılının gürültülü ve heyecanlı anılarına geçtik.Bu kendiliğinden oldu.Ama belli ki O yıllar Sadettin Erten’in ilk gençlik yıllarının aklında kalan günleriydi.Antalya lisesinin kuzey binasında sekizinci sınıf öğrencisi Sadettin , kısa bir süre sonra ablası ile evlenecek olan bir insanla karşılaşmıştı.Telaşla ve heyecanla yaşanan delikanlı günleriydi.
“Babam berber Ahmet’i çok severdi.Manevi evladım derdi O’na.Açıkçası O bizimde pirimizdi.Bizde çok severdik O’nu.Dükkanın yarısını ayıran bir perde vardı.Okuldan kaytardığımızda Çantalarımızı oraya bırakır Konya altı yokuşuna giderdik.Tophaneye giderdik.Limanda ki mavnaları , geldiyse vapuru seyrederdik.Tarzan Cemil ‘den tut , torba Turan’a kadar hepimiz O’nun etrafında büyüdük.O zamanın büyükleri de hep oraya gelirdi.Perdenin arkasında açık şarap içer muhabbet ederlerdi.Biz içmezdik.Berber Ahmet çok kültürlüydü.Kendini yetiştirmişti.Yaşı bizden çok büyük değildi.Benim abim gibiydi.Ben mühendis olmak istiyordum. Abim doktor olmak istiyordu.O zaman Konya Lisesi çok başarılı bir liseydi.Abim orada okuyordu.Benimde isteğim liseye geçince Konya lisesine gitmekti.Bir yıl yatılı okumak için 150lira ödemek gerekiyordu.Orta okulu bitirdim ve bütün yaz aylarını bu umutla geçirdim.Elbiselerimiz evde dikilirdi.Herkesin elbisesi dikiliyor, provalar yapılıyor ama benim elbisem dikilmiyordu.Okullar açıldığında abim onuncu sınıfı okumak için Konya’ya gitti.Ben evde kaldım.Beni göndermediler.Çok üzülmüştüm.Adeta çöktüm.Mühendislik hayalim bitmişti.Babam beni Antalya lisesine götürdü.Artık okumak için çok isteksizdim.Sonraları ablalarımdan öğrendim.Babamın memur maaşı iki çocuğunu birden Konya lisesinde okutmaya yetmiyordu.İsteksizde olsa okula gidiyordum.Ortanca ablam Gazi Mustafa Kemal İlk okulunda öğretmendi.O’nun izdivacı Selim Refik ile oldu.Selim Refik edebiyat öğretmeniydi.O yıllarda sınıfı geçmek için iki dönem karne alır sonrada şifahi imtihana girerdik.Bir gün ara ile her dersin sözlü sınavına giriyorduk.Sıra Türkçe sınavına gelmişti.Üç soru sorulur cevaba göre not verilirdi.Bir de şiir okutulup bir not daha eklenirdi.Derse çalışmış , şiiri ezberlemeye geçmiştim.Bizim ev Kemiklik mahallesindeydi.Yedi arıkların bir kolu şarampolden geçer bizim evin bahçesinin ortasından limanda ki fabrikanın değirmenine dökülürdü.Bahçemizde çayın başında sırtımı ağaca vermiş öğretmenim Reşat Oğuz bey’in verdiği şiiri ezberlemeye çalışıyordum.Reşat Oğuz babamın talebesiydi.Tekrar tekrar okuyor ancak bir türlü ezberleyemiyordum.Babamın arkamdan gelip omuzuma dokunması ile irkildim.
- Çok tekrarladın..
- Bu şiiri bir türlü ezberleyemedim baba…
- O şiir öyle okunmaz da ondan .
Kitabı elimden aldı.Şiiri aruz veznine uygun bir şarkı ile okumaya başladı.Aruz vezninin her şeklinin ayrı bir melodisi vardır.Sonra kitabı bana vererek gitti.Aynı şekilde şarkı gibi okumaya başladım.iki yada üç okumada şiiri ezberlemiştim.Bisikletime atlayıp arkadaşlarımın yanına oynamaya gittim.Ertesi gün Okulda sıramızı bekliyorduk.Sırası gelen odaya giriyor.Bir torbadan üç soru çekiyor ve bir köşede sorulara hazırlanıyordu.Sınıfa girdim.İçeride bir kaç öğretmen vardı..Benden önce giren çocuk çıkınca ben elimdeki üç sorudan ikisini cevapladım.Öğretmenim Reşat Oğuz “tamam çıkabilirsin “ dedi.Ama Selim Refik bey “Dur bakalım şiiri okumadın “ dedi.Ben babamın bana öğrettiği şekilde şarkı makamında okudum şiiri.” Ne biçim okuyorsun “ “Kim öğretti sana bunu” dedi.”Babam” dedim.Reşat hoca babamı kastederek “ Hocamız efendim” dedi.Niye bilmem Selim Refik beni hızla iterek açık kapıdan dışarı itip kapıyı arkamdan kapattı.Biz 5-6 arkadaşız, her hafta bisikletlerimizle Yenice’ye giderdik.Hepimizin bacağında çorabımıza saklı bıçaklar vardı.Beni dışarı itip kapıyı kapatınca çok sinirlendim.Kapıyı açıp içeri daldım,Reşat oğuz beni tutup dışarı çıkardı.Okulun dışına kadar benimle geldi.Sakin olmamı ve dersten geçtiğimi söyledi.Sinirden ağlıyordum.Üzülme sen geçtin deyip beni sakinleştirmeye çalışıyordu.Tarzan Cemil, barut Ali , Keçi Hasan ikmale kalmışlar.Okulun önünde toplanmışlardı.Spor, müzik ve resim derslerinden kalmışlar.Müzik öğretmenimiz bir hanımdı.Soruları bilemeyince bunlara “iyi peki demiş sol anahtarı çizin de geçer not vereyim”..Bunlar sol anahtarı diye kapı anahtarı çizince geçememişler tabii.Çok kızgınlar.Öğretmenleri dövecekler.Bana da sen de Türkçe öğretmenine kızdın bizimle gel dediler.Foto Fenni’nin köşesinde gizlenip öğretmenlerin gelip gidişlerini gözlüyoruz.Ellerinde çuval ve battaniyeler bekleşiyoruz.Ama babam çok düzenli bir adam.Akşam yemeğinde herkes masada olacak.Yoksa çok kızardı.Ben akşam olunca bırakıp eve gidiyorum.Babam kızmasın diye.Bir akşam evin kapısına gelip beni çağırdılar.Bunlar müzik öğretmenini dövmüşler.Polisler de bunları yakalamış Yenikapı karakolunda dövüyorlar.Neyse araya girenler oldu tutanakları yırttılar filan bunları saldılar.İşte bu edebiyat öğretmeni Selim Refik benim ablamı istedi.Babam aramızda olanları bilmiyor tabii.Evlendiler. Benim eniştem oldu.Ama kendisini hiç sevmedim.Yüzünü bile görmek istemezdim.Evlerinin önünden geçer müzeye babamın yanına giderdim.Ama onların evine uğramazdım.Aslında sınıfta önde oturur derslerime çalışırdım , ama edebiyat derslerinde kaytarır, kitaplarımı berber Ahmet’in dükkanına bırakır, Konya altı yokuşuna gider denizi seyrederdim.İlk karne de edebiyat 2 geldi.Altı tane de zayıfım var.Okumak filan istemiyorum.Yazın zaten babam beni marangozun yanına göndermişti.Okulu bırakacağım.Ama O yaz, Oğuz’lar İstanbul’dan tatil için eve dönünce , onları şıkır şıkır askeri elbiseler içinde görünce çok özendim bana bir heves geldi.Oğuzlar İstanbul Maltepe askeri lisesindeler.İstanbul O zaman bizim için ulaşılması imkansız bir yer.Kafaya koydum Askeri okula gidecektim.İkinci dönem derslere bir asıldım.Doğrudan mezun oldum ve Kuleli askeri lisesine girdim.
SURLAR YIKILIRKEN BABAM ÇOK ÜZÜLDÜ.
Hatırlıyorum tabii..Antalya lisesi 9. Sınıftaydım.Surlar yıkılmaya başladı.Açıkçası biz bunun farkında değiliz.İki adam var ellerinde kalın demirler taşları kanırtarak yıkıyorlar.Ama bizim Dünyamız farklı .Delikanlı yıllarımız.Başka şeylerle ilgiliyiz.Rex marka bisikletim var.Biniyorum Müzeye babamın yanına gidiyorum.Bisikletimi oraya bırakıp okula geçiyorum.O günleri iyi hatırlıyorum.Antalya lisesinin kuzey binasının alt katında , hani sınava girdiğimi anlattım sınıfta okuyorum.Öğlen yemeğinde de müzeye babamın yanına gidiyorum.Giderken süt alıyorum.Okkası dört kuruşa süt satılıyor.Alıp Müzeye götürüyorum.Bekçi Şemsi var.O kaynatıyor sütü ,biraz şeker , bol ekmek doğruyoruz , mis gibi , babamla birlikte yiyoruz.Yağmurlu bir kış günüydü.Sabah evden çıkarken annem beni durdurdu.” Oğlum baban bir haftadır çok dalgın, bizimle de konuşmuyor.Suratı asık geziyor.Sor bakalım neden acaba?” dedi.İşte ben sütü aldım bekçi Şemsi’ye vermek için bodruma indim.O zamanlar Kiliseden bozma Alaeddin camiinde müze.Bodrum katı putlarla filan dolu.Çan kulesinin yanından bir kapı ile inilirdi bodruma.Şemsi sütü kaynattı.Babamla benim oturduğum masaya kaseyi koydu.Biz karşılıklı oturmuşuz sütü kaşıkla yiyoruz..
- Baba… Bir kusurumuz mu var?
- Neden ?
- Bir haftadır bizimle konuşmuyorsun.
- Ne konuşacakmışız ki?
- Annem sabah çıkarken sana bunu sormamı söyledi.Bir haftadır suratın asıkmış.
- Canım sıkkın…
- Neden canın sıkkın?
- Nasıl sıkkın olmaz…Gözün kör mü?..Görmüyor musun?..Mektepte camdan dışarı bakmıyor musun?
- …
- Oğlum tarihi yıkıyorlar…Tekrar yapılması, onarılması gereken bu surları , rüzgarı engelliyor diye yıkıyorlar..
O zaman hatırladım..Antalya lisesinin karşısında doktor Turhan vardı, kardeşi de eczacıydı..İşte O ailenin evinin yanındaki surları yıkıyorlardı.Şimdi kafeterya olan yerler.İki adam her gün ellerinde ki kalın demirlerle surları yıkarlardı.Sonra bu adamlar yıktıkları taşların altında kalıp ölünce sur yıkımı kendiliğinden durdu.
- Baba sen müze müdürüsün ..Bir şeyler yapamaz mısın?
- Her yere müracaat ettim.Her şeyi yaptım..yeniden yapmaları gerekirken yıkıyorlar…
Canı gerçekten çok sıkılmıştı.Annem haklıydı.Babam bu konuya çok içerlemiş ve ailesi ile konuşmaz hale gelmişti.Cumhuriyet meydanının olduğu yerde de surlar vardı.Ordu evinin oraya kadar yıktılar oraları.Batı kapısı vardı orada.Babam yerini belirlemişti.Tophane surları ile aynı taş özelliği ve blok büyüklükleri vardı.Şimdi de ordu evinin önünde bir kısmı duran surların aynısıydı.Tophane çay bahçesi O zaman da aynı seviyedeydi.Ama altı kaledir.Meskenler vardı.
İSTANBUL’DA ATATÜRKÜ UĞURLARKEN ÇOK AĞLADIK
1938 yılında Kuleli askeri lisesindeydim.Atatürk hastaydı.Dolmabahçe sarayında kalıyordu.vapurla önünden geçerken marşlar söylerdik.Sesimizi duyurmak için var gücümüzle bağırırdık..O çok özel bir insandır.Türk milletinin en büyük değeridir.Ölmeden birkaç hafta önce gördüm O’nu..Antalya’ya gelişlerinde de görmüştüm.Cumhuriyet bayramı törenleri için olmalı taksim meydanında bir törene katıldık.Köprüden vapura bindik Kuleliye dönüyoruz.Sarayın önüne geldiğimizde hep bir ağızdan marş söylemeye başladık.Üzerinde ev giysisi vardı , cama çıktı ve bize el salladı.O’nu bize el sallarken görünce daha bir gür sesle söyledik marşımızı.O’nu son görüşüm oldu.Naaş’ını Ankara’ya uğurlarken Gülhane parkı kapısından denize kadar olan iç yolu biz kuleli öğrencilerine vermişlerdi.O gün hepimiz ağlıyorduk.Bütün Türkiye ağlıyordu.Top arabasının üzerinde önümüzden geçti …Üçer adım ara ile dizilmiştik.O’nu asker selamı ile selamladık.Haydarpaşa’ya götürüldü.Oradan da trenle Ankara’ya..Bize bir hafta izin vermişlerdi.Ben de Ankara’ya gittim.Ablamın evine.Ankara’da trenden inince elimde çantam, gençlik parkının yanından Ulus’a doğru yürüdüm.Kalenin altında ki Taş han’a doğru çıkıyordum.Büyük Millet Meclisin de bir katafalka konulmuştu..Uzun bir süre O’nu seyrettim.Millet ağlayarak girip , ağlayarak çıkıyordu.Atatürk ,14-15 milyon Türk’ün zihnine işlenmiştir.O’nun ölümü , Türklerin sahip oldukları en büyük değerlerini kaybetmeleridir.O’nun şahsını görmek çok önemliydi.Ben O’nu Antalya’ya gelişinde gördüm.Bu benim için çok kıymetli bir andır.O’nun geçmişten geleceğe olan inancı ile yetiştirildik.O artık Türklerin zihninden silinemez.Avrupa devletlerinin işgal ettiği bu toprakta Atatürk mukaddes bir varlık olarak doğdu.Bütün mesele cehaletle mücadeledir….Atatürk için ne desem az.Bu günkü varlığımızı , her şeyimizi O’na borçluyuz.Çok büyük bir liderdi.İleriyi gören bir insandı….
BABAM FİKRİ ERTEN….
Babam , Bosna da kalabalık bir ailenin çocuğu olarak doğmuş.Sekiz kardeşi vardı.Okumaya çok meraklıymış.İki abisi O’nu Saraybosna yerine İstanbul’a göndermeye karar vermişler.İstanbul Fatih medresesinde okumuş.Tatilde yaşadıkları yere gelen medrese öğrencilerine imrenirmiş.Türkçe öğrenmeye çalışırmış..Az bir para denkleştirip İstanbul’a yollamışlar O’nu.1943 yılıydı.Babam , Abim ile beni yanına alıp İstanbul’a götürdü.Fatih camiine gittik.Medrese hala duruyordu.Kendisinin çırak olarak girdiği yeri gösterdi.O zamanlar küçük odalardan oluşan bir yapıydı.Her odada iki talebe ve bir çırak kalıyormuş.Çıraklar odanın bakımını yapıyor, Odun taşıyıp düzeni sağlıyormuş.Bir yıl sonra mezun olan talebenin yerine çırak talebe olurmuş.İlk yıl yanında ki para ile geçinmiş.İkinci yıl ramazan ayında Trakya da ki köylere talebe hoca olarak gönderilmiş.Dil bilmediği için çok zorlanmış.O yıl medreseye bir torba bulgur ve bir torba buğday ile dönmüş.Üç ay sadece kuru fasulye yiyebilmiş.Sonra dil öğrenince işler düzelmiş.Bosna’ya ailesini ziyarete dönünce de askerlik çağın geldi deyip askere almak istemişler.Abileri gizlice sınırı geçirip medreseye geri dönmesini sağlamışlar.Bir daha da ülkesine dönememiş.Türkiye de kalmış.Eğitimini tamamlayınca Bolu’ya tayin olmuş.Sonra da Antalya…Antalya Lisesinde yardımcı öğretmenlik yapmış.Sonra da kurduğu müzeye müdür olmuş….
SİZE ATATÜRK’ÜN ANTALYA’YA GELİŞİNİ ANLATAYIM….
Siz bu satırları okurken geçen zaman gibi geçmişti zaman.Geçmişin büyülü dünyasından çıkmış , ağır bir yorgunluk duyuyordum.Ama O hiç yorgun görünmüyordu.Anlatmaya ve paylaşmaya hazırdı.İzin istedik.”Olur ama bir daha ki sefere size bu fotoğrafın anısını anlatacağım.” Dedi.Elinde büyütülmüş ve kaba bir ahşap ile çerçevelenmiş bir fotoğraf tutuyordu.Eskimiş , ışığı solmuş fotoğrafta Atatürk , Fikri Erten ile birlikte Aspendos tiyatrosunun basmaklarında görünüyordu.Güçlü elleri ile tuttuğu fotoğrafı bize gösteriyor ve “Bir daha ki sefere bunu size anlatmalıyım “ diyordu…
Sadettin Erten , babasının izinde Antalya için bir şeyler yapmaya çalışan ve fakat babasını geç anlamış bir çocuğun yapması gereken şeyi çok sonraları da olsa zevk alarak yapıyordu…Galiba başarmıştım…Göz göze gelip sesini duyamadığım bir adamın dünyasına girmiş O’nun sesini duymuştum…Süleyman Fikri Erten’i şimdi daha iyi tanıyordum…Antalya için çok şey yapan bu adam, oğluyla konuşurken sanki benimle de konuşmuştu…O’nun sesini duymuştum…
Cemil Cahit Sönmez ile zaman kapsülüne asansöre tekrar bindik..Yedi kat aşağıda güneşli ve sıcak bir kış gününe çıktık…Antalya pırıl pırıldı…

röportaj 1

ANTALYA’DA ANTROPOLOG OLMAK
Hüseyin Çağlayan , Antalya’nın sur kalıntılarında tarihin sıcaklığını hissediyor ve kış gecelerinde kömür dumanından nefes alamıyor..
O , sanatçı duyarlılığı ile okşayarak baktığı şehrinde on binlerce yıllık güzellikleri bir arada görebiliyor..
Derya Uğural ile yeni yayın dönemini planlarken geldi aklıma..Işın hocanın “KARAİN MAĞARASI” konferansında bir dinleyici soru sormak için söz aldığında tanıtmıştı O’nu..
- Antropolog Hüseyin bey ile birlikte …
Diye başlayan cümlesine yapışıp kalmıştım.Antalya’da bir antropolog vardı..Aynı salondaydık ve on binlerce yıl öncesinin anlatıldığı Antalya’yı da bu günün Antalya’sını da birlikte yaşıyorduk.Konferans sonrası yanına sokulup kendimi tanıttım ve kendisi ile antropoloji üzerine konuşmak istediğimi söyledim.Cebinden çıkardığı kartını uzatırken , tereddütsüz ve kolayca “ tabii ki” dedi.
Antalya hikayelerimin altıncısını yazıyordum…Kahramanım Dil Tarih Coğrafya fakültesinde Felsefe öğrenimi görürken biraz da Antalya’nın itmesi ile Antropolojiye ilgi duyuyor ve son sınıfta Sosyal antropoloji derslerini alıyordu.Kendimi hikayenin sıcaklığına kaptırmışken ,hiç beklemediğim bir anda bir antropolog ile karşılaşmıştım.
Genel yayın yönetmenimin şaşkın bakışları altında cüzdanım da duran kartını çıkardım ve O’nu aradım..
Söyleşi yapmak isteğimi hemen hatırladı ve Çarşamba gününün öğlen arasında randevu verdi.
Bulutlu , nemli ama yağmursuz Antalya günlerinden birinde “Badem altı çay bahçesinde” bir masaya oturduk.Birer bardak çayın ısıttığı sohbetimiz işte böyle başladı..

ÖZGÜR RUHLU BİR ÖĞRENCİYDİM.
- 1969 yılında Antalya doğdum.Antalya lisesi mezunuyum.Lise son sınıfta din dersi hocası ile anlaşmazlıklar yaşadım.Okulu bırakmak üzereyken Edebiyat öğretmenim Nursel Hoca, Nursel Erkal beni okulu bitirmeye ikna etti.Biraz O , biraz ablam..Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde tiyatro okuyordu.Biraz onlar biraz benim merakım Felsefe , sosyoloji , edebiyat filan derken Antropoloji eğitimini seçtim.İki fakültede vardı bu bölüm.Bir İstanbul Üniversitesinde bir de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde. Ankara’yı seçtim.1988 yılında girdiğim Üniversitede ilk yılımda kazı çalışmalarına katıldım.Sosyal Antropolojiyi değil paleantropolojiyi seçtim..Berna hoca Berna Alpagut ve Işın hoca, sizinle karşılaştığımız konferansı veren hocam.Bu konularda çok bilgili ve çok iyi eğitim almış öğretmenlerdi.Almanya’da Hitler faşizminden kaçıp Ankara Üniversitesine gelen Alman bilim adamlarının kurulmasında yardımcı oldukları bu bölümün öğrencileri oldukları için bu konuda Dünya çapında bir yere sahiptirler.Onlardan ders aldığım , onlarla kazı çalışmaları yaptığım için kendimi şanslı buluyorum.Aldığım eğitim “fosil insan bilimi” eğitimi.Doğrudan evrim kuramı üzerine kurulu bir bilim.Okula başladığımızda bir çocuk “ ben buraya Allahın varlığını kanıtlamaya geldim” dediğinde çok şaşırmıştım.Sonra O çocuğa ne oldu hatırlamıyorum.Ama aldığımız eğitim gerçekten çok iyiydi.İlk yıl Bursa’da Mustafa Kemal Paşa ilçesinin Paşalar köyünde , kuru bir dere yatağında kazı çalışmalarına katıldım.Anadolu da antropolojik kazı çalışmaları çok az yapılır.Bu kazı yeri de yol çalışmaları sırasında tesadüfen ortaya çıkmış ve bir Alman bilim adamı tarafından keşfedilmişti.Hominit denilen insansılara ait buluntular vardı.Miyosen dönemine ait insansılara ait buluntular.İnsan evriminde önemli buluntular veren önemli bir lokalite.Sinaptepe’de yüzey araştırması yaptık.Bu kazılar hala devam ediyor.Çünkü kazı denildiğine bakmayın .Neredeyse iğne ile yapılan kazılar bunlar.Dünya’nın her yerinden gelen bilim insanları ile çalıştık..Okul yaz kış sürüyordu.Kazı alanlarında da olsak hep okulda eğitim alıyormuşuz gibi.

DAĞLARI AŞINCA ANTALYA’NIN SICAKLIĞINI HİSSEDERSİNİZ.
- 1992 yılında fakülteden mezun oldum.Antalya’ya döndüm.Doğduğum yerdi. Evimdi ama ben mezuniyetimden sonra başka bir yeri zaten hiç düşünmedim.Akademisyen olmayı da kabul etmedim.Benim içinde çok kolay olmadı ama Üniversiteden ayrılıp Antalya’ya geldim.Hani Toros dağlarını tırmanır ve güneye devrilirsiniz ve mevsim ne olursa olsun yüzünüze bir sıcaklık çarpar.İşte ben hep bunu özlerim.Nereye gidersem gideyim Antalya’ya dönüş benim için hep güzel olur.Gece binerim otobüse sabah güneşin ilk ışıkları ile Antalya’nın sıcağına ve denizine ulaşırım.Denizi de çok severim.Babam denizi çok severdi belki ondan ben de denizi çok seviyorum.
- Antalya’da kafeterya – bar işlettim.Diskotek işlettim .Bu dönemde profesyonel turist rehberi Şaban Aktaş ile tanıştım.Maki turizmin sahibiydi.1995 yılında birlikte bir projeye başladık.Antalya’nın tarih öncesi dönemini anlatan bir kitap hazırlayacaktık.Işın hoca’nın dediği gibi insan uygarlığı tarihinin % 99’u prehistorik dönemdir.Sonraki bütün dönemler ve bu gün bütün insan uygarlığının sadece % 1’i dir…Ama nedense prehistorik dönem ilgi alanımızın yüzde biri bile değil.Oysa Antalya Dünya’nın en güçlü prehistorik dönem kalıntılarını bize veren bir şehir.Karain Mağarası’nın Dünya’da bir eşi yok.Karain mağarasını çalıştık.Kitabın ana çatısı çıkmıştı.Gelen turistlere rehber niteliğinde olacak, bilimsel bir çalışma olmayacaktı.Burdur – Hacılar , Elmalı – Semalar ve Beldibi – Kayaaltı sığınağını da yani neolitik çağı da ekleyerek turizme yararlı bir eser hazırlayacaktık ama işler iyi gitmedi.Ekonomik sıkıntılar nedeniyle bu çalışmamızı sonlandıramadık.Ama bir gün böyle bir çalışma mutlaka yapılmalı.Şaban bey galiba çalışmamızı kendi internet sitesinde yayınladı.Umarım benzeri çalışmalar daha çok yapılır ve Antalya doğru bir şekilde tanıtılır.

KARAİN MAĞARASI DA BİR OKULDUR.
- Siz de oradaydınız..Anlatılanları duydunuz.Ben çok üzüldüm.Evet prehistorik kazı çalışmaları çok zordur , çok uzun sürer ama Karain Mağarası kazı çalışmalarının bu düzeyde olması ve hala ciddi sıkıntılar içerisinde çalışılıyor olması beni çok üzdü.Bu yaz oraya daha sık gideceğim.Daha fazla ilgileneceğim.
- Meslek sahibi olmamı annem çok istiyordu.Bir mesleğim bir işim olmalıydı.Ama ben galiba böyle hissetmiyordum.İçimde ki O özgür taraf hep ağır bastı.Hani hep anlatılır ya ilk sanat mağara duvarlarına çizilen resimlerdi filan diye.Aslında sanat çok daha eski ve insan hayatında çok daha güçlü bir yeri var.İşte benim sanatçı yönüm daha güçlüydü.Eşimle birlikte bir sanat atölyemiz var.Birlikte çalışıyoruz.
- Kitap çalışmasına geri dönersek ,aldığımız bütün derslerden yararlandım.Etnoloji , halk bilimi , yerleşim coğrafyası ama en çok prehistorya dersi aldık.Mağara duvarlarında ki resimlerin çok ötesinde şeyler var O dönemlerde.İnsana ait pek çok şey.Yani yalnızca sanat değil pek çok şey O dönemde başladı.İşte kitapta bunları vermek istedim.Antalya’nın prehistorik dönemini.İnsana ait bir çok ilk O dönemde başladığı için , bu günkü insanları O döneme daha kolay ulaşılabilir kılmak istedik.

ANTALYA GECELERİNDE NEFESSİZ KALMAK

- Antalya’dan çok keyif alıyorum.Önce de söylediğim gibi nereye gidersem gideyim Antalya’yı özlüyorum.Benim için Antalya’ya dönüş çok keyifli oluyor.Dağların bu tarafı hep daha sıcak olur.Denizin kokusunu hep özlerim.
- Antalya’nın çok ciddi bir imar sorunu var.Sorduğunuz için söyleyeyim bence 1970’lerin imar kıyakları Kale içini mahvetmiş durumda.Yıkılabilseler harika olurdu.Bana ne olmasını istersin diye sorarsanız.İşte bunu isterim.Kötü imar yapılaşmasının yıkılmasını.Falezlerin üzerine yapı yapılmamasını.Bir de Antalya’da kömür yakılmamasını..Gece olunca nefes alamıyorum.Boğulacak gibi oluyorum.Öyle kaliteli , kalitesiz filan değil, Antalya’da kömür kullanımı yasaklanmalı.
KÜLTÜR İLKEL FİLAN OLMAZ…
- Bazıları ilkel kültür filan diye tanımlıyorlar kendilerinden önceki kültürleri.Hiç böyle şey olur mu.Kültür’ün ilkel’i olmaz.Kültür var olduğu dönemin en gelişmiş yönüdür.Kültür gelişmişliktir.Kültürel görelilik diye bir kavram var.Herkesin , her dönemin kültürü O dönemin gelişmişliğini anlatır.Hoş görülü olmayı ve kültürel değerleri yargılamadan paylaşmayı öğrendim bu bilimde.Aldığım eğitim beni çok sosyalleştirdi.Bana her dönemin kültürü estetik gelir.
- Surlar…Surlara baktığımda O dönemin kültürünü , hayatını görürüm.İsterseniz inanmayın ama ben O taşlarda , hayatı görürüm,tarihin kokusunu alırım ve geçmişin sıcaklığını hissederim.
- İnsanın yarattığı her şey antropoloji biliminin konusudur.Bütün bilimler insan ve doğa ilişkisini iyileştirmek üzerine kullanılmalı.Çevreyi tahrip eden bilim olamaz.Bilimden korkmamalı , aklı her şeyin önünde tutmalıyız.Biliyorum günümüzde insanların kafası karışık.Ezoterik düşünceyi bilimin ve aklın önüne almış görünüyorlar.Ama bence bilim ve akıl ile yaşamayı başarmalıyız.

BADEM AĞACININ ALTINDA…
Su gibi akıp geçen bir zamanda kendisini dinleyen bir yabancıya düşüncelerini anlatırken sakin ve ilgiliydi.Hüseyin çağlayan , Doğduğu ve yaşadığı şehir ile ilişkisini sağlıklı kurmanın verdiği rahatlıkla konuşuyordu.Şehri için , şehrinin geçmişinde ki güçlü kültürü bu güne taşımak için neler yapabileceğini düşünürken , eşi ile birlikte kurdukları sanat atölyesinde bütün bu yaşanmışlıkların sanatsal ifadelerini üretiyordu.1996 yılında kale içinde tanıştığı ve 2003 yılında evlendiği eşi ile birlikte basit ve fakat sağlam bir hayat kurmuştu.Yedi yaşındaki kızları Güneş bu yıl İlk okula başlamıştı.On binlerce yıllık insan hayatının bütün değerlerini bilmek ve benimsemek O’nu güçlü kılmıştı.Fotoğrafını çekerken biraz sağa devrilerek arkamızda ki badem ağacını da hikayemize katmak istedim.sadece kalın gövdesi girdi kadraja…

HAVA - CIVA EĞİTİMİ..

KÖŞETAŞI REHA İLHAN
HAVA – CIVA EĞİTİMİ
Yağmur yağdı…okullar tatil..
Kar alarmı…okullar tatil..
Fırtına esebilir…Okullar tatil..
Yakıcı Güneş uyarısı….Okullar tatil..
Okullarımızın en küçük doğal tehdide karşı dayanaksız olduğu anlaşıldı..!!!
Konya Cihanbeyli de cıva zehirlenmesi 30 öğrenci hastanelik oldu.
Kilis’te cıva zehirlenmesi 117 çocuk hastaneye kaldırıldı..
Elbistan’da 19 öğrenci cıvadan zehirlendi.
Kırıkkale Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesinde 13 öğrenci yedikleri dönerden zehirlendi..
Adana’nın Kozan ilçesinde zehirlenen 27 öğrenci hastanede bakım altında..
Van’da gıda zehirlenmesi..52 öğrenci hastanede..
İzmir’in Torbalı ilçesinde 28 öğrenci yedikleri pastadan zehirlendi.Ambulanslarla hastaneye götürüldüler..
Uşak’ta 30 ilköğretim öğrencisi zehirlenme şüphesi ile Kadın Doğum ve çocuk ünitesine kaldırıldı.
Kocaeli’nin Gebze ilçesinde okul kermesinde yedikleri bir şeyden 50 den fazla öğrenci zehirlendi.
Afyon’un Çay ilçesinde 79 öğrenci zehirlendi. Çocuklar hastanede tedavi altına alındı.
Diyarbakır’da 300 civarında öğrenci öğlen yemeğinden zehirlendi.
Bursa’nın Yenişehir ilçesinde 5 öğrenci yerli malı haftasında yedikleri bir şeyden zehirlendiler..
Bulancak İcilli köyünde öğrenciler zehirlendi.
Hendek’te 30 öğrenci öğlen yemeğinden zehirlendi.
Söke’de 22 ana okulu öğrencisi zehirlendikleri şüphesi ile Söke devlet hastanesine kaldırıldı.
Mersin’de 100 den fazla kişi klordan zehirlendi. Bazı okullar kapatıldı.
Bağcılar’da 42 anasınıfı öğrencisi yedikleri yemekten zehirlendi.
Böylece…..
Okullarda çocuklarımızın zehirlenebileceği de ortaya çıktı..!!!
“Sayın seyirciler , yetkililer 4+4+4 formülü üzerinde çok sıkı çalışıyorlar..”